Mehmet Emin Alpkan ( 1917)
gazeteci, işadamı



1917 yılında Konya’nın Taşkent (Pirlerkondu) kasabasında doğdu. Küçük yaşta babasını kaybettiği için herhangi bir tahsil göremedi ve bir mesleğe giremedi. Annesi onun faydalı bir insan olması için çırpındı.

Fethiye’ye eniştesinin yanına gitti. Maden işinde çalıştı. Daha sonra İzmir’e giderek seyyar satıcılık yaptı. 1930’larda kitapçılığa başladı. 1938’e kadar İzmir’de kaldı.

Daha sonra İstanbul’a giderek çeşitli işlerde çalıştı. Deniz Yolları'nın Havuzlar Fabrikası’na girdi. 1940’ta asker oldu. 1943’te terhis oldu. Aynı fabrikadaki işine tekrar başladı. 1945’te Cuma namazına gittiği için işten çıkarıldı.

Bakkallık yaparak hayatını kazanmaya çalıştı. 1951 yılında zarar ettiği için bakkallığı bıraktı. Bir müddet Bahariye Mensucat Fabrikası’nda çalıştı. 1959’da oradan ayrılıp biriketçilik yapmaya başladı.

Bu arada Düşünen Adam adlı bir dergide idare müdürlüğünde bulundu. Daha sonra da matbaacılığa geçti. Sabah gazetesinin kuruluşunda önderlik yaptı.

İşadamı Mehmet Yurttutmuş’un ısrarıyla Bizim Anadolu gazetesini kurarak imtiyaz sahipliğini yüklendi. Gazetenin yayın hayatına son vermesi üzerine Türkiye gazetesinde müşavir olarak vazife yaptı.

29 Haziran 1990 tarihinde İstanbul’da vefat etti.




AİLE

Ailesi Horasan taraflarından gelip Anadolu’ya yerleşen Avşar boyuna bağlı bir obaya mensuptur. Babası Alpkanlar'dan Koca Mehmetoğlu Ama Latif Hoca, annesi Hacı Velilerden Zeliha Hanım’dır.




KENDİ DİLİNDEN MEHMET EMİN ALPKAN

Mehmet Emin Alpkan, “Taşkent” kitabında hayat hikâyesini anlatıyor. Bu anlatımını 1974 yılında 57 yaşında kaleme almıştır.

“Ulu ceddim, bütün insanların atası olan Hazreti Adem (A.S.)dir. Ondan sonraki iftiharım da Hz. Nuh (A.S.)ın oğlu Yafes’in zürriyetinden geldiği rivayet edilen Türk milletine mensub oluşumdur. Soyumun sürüngenlerden ya da maymunlardan geldiğini kabul edenlerden değilim. Hür ve müstakil hayatına Orta Asya bozkırlarında başlayan milletim, şimdi olduğu gibi o zamanlarda da en sebil ve fakat en kindar ve gaddar bir topluluk olan Çinlileri, meşhur seddi inşa ederek onun arkasına sığınmağa mecbur bırakan yüksek bir hayatiyet ile tarih sahnesine çıkmıştır. Artık çağlar boyunca sürüp gelecek olan bu hayatiyet, birbirinden asil ve olağanüstü tezahürleriyle iftihara lâyık bir tarihi oluşturmuş ve her topluluğa nasip olmayan yüksek medenî hasletlerin millî hayatımıza bir karakter olarak mal olmasını hazırlamıştır.

Doğu’da Çin’i hükmüne ram eden atalarım, batıda büyük Hun İmparatorluğu adına bütün bir Avrupa’yı buyruğu altına almıştı. Oğuzların Hak dinini kabullerinden sonra İslâmî şuur ve disiplin ile mücehhez olarak çok ulvî bir istikamet alan yüksek millî hasletlerimiz, ‘Allah, Vatan, Millet’ parolasının ışığında devamlı mücahedelerle yücelmiş, ‘at, avrat ve pusat’ı üç ilahî emanet olarak korumayı mukaddes bir vecibe bilen soylu bir tutku halini almıştır. Kısacası tam bir ihlas ile Allah’ın askeri olmuşuzdur. Bizi devamlı zaferlerle taltif eden inayeti Rabbanî, bu ihlasın yegane meşkûr mükâfatını teşkil etmiştir. Böylece Anadolu’yu ikinci bir yurt olarak açan Selçuklu fetihlerinden sonra, ilâ-yı kelimetullah için mücahede eden dedelerimiz Osmanlılar, cihan imparatorluğunu kurarak tarihe medenî hamlenin şahikasını da hakketmişlerdir.

ANA MEKTUBUNDAKİ DUA

Nasıl bir millete mensup olduğumu şu birkaç naçiz cümle ile dile getirmek benim iftiharım ve şükran borcumdur. Aileme gelince; dedelerimin 1070’lerde Horasan’dan gelerek Klikya’ya yerleşen Avşar boyuna dahil bir oba’ya mensup bulundukları meşhurdur. Bir kartal yuvasını andıran Pirlerkondu karyesine yerleşen bu Türkmen obasına baba tarafım Alpkanlar’dan Koca Mehmetoğlu Âma Lâtif Hoca ile ana tarafım Hacı Velilerden Veli kızı Zeliha’dan (1333’de) doğmuşum. Babama yetişemedim, onu ben çok küçükken kaybetmişim. Beni büyük güçlükler içinde yetiştirip terbiye eden anneme çok şey borçluyum. Gerek köyde onun nezdinde iken; gerekse küçük yaşta köyümden ayrıldıktan sonra beni nasihatları ve mektupları ile durmadan aydınlatmaya çabalamış hayatın türlü muhataralarına karşı beni hazırlamaya gayret ederek hâlâ yoluma ışık tutan düsturlar telkin etmiştir. Burada rahmete vesile olur imanı ile onun mektuplarından bir parçayı teberrüken kaydetmek istiyorum:

‘İlahi Mehmedim, iki cihanda yüzün ak, makamın cennet olsun. Seni okutamadım, bir sanata da veremedim. Gözü kör olsun yokluğun… Hep dualar ediyorum yavrum, okumadan alim yazmadan kâtipler olasın. Yâr yüzü dostlarınla dola, düşmanların dizleri kötürüm gözleri kör ola. Kadir Mevlam yedi iklim dört köşeye hak yolunda hizmetler etmek nasip ve müyesser eyleye. Bu günlerinde Alperenler, Horasan pîrleri, Şam evliyaları ve Hızır Aleyhisselamlar yoldaşın ola. Cümle ümmeti Muhammedi her türlü fenalıklardan saklayı bekleyiver Allah’ım… Habibin hürmetine Rabbim, az verip şaşırmaya, çok verip taşırmaya, kanattan ayırma, ayırma kim senin kapından gayriye muhtaç olmasın kuzum… Mehemmedim kuzum, rahmetli deden “ilim sabırla, insaniyet edeple mümkün olur” diyerek nasihata başlardı. İnşallah sen de nasihatlara kulak verenlerden olursun Kuzum…’

ON YAŞINDA İŞ HAYATI

On yaşlarında kadardım. Bozkır pazarına yakın akrabalarımla kiraz satmaya gittim. O pazarın hâli çocukluk hafızamda yepyeni bir dünya intibaı bırakmıştı. Mahşerî bir kalabalık vardı. İş hayatına orada başladığımı söyleyebilirim. Ondan sonra, Fethiye’de rahmetli eniştem Mustafa Nurullahoğlu ile maden seçtim. Daha sonraları katır ile yolculuk yaptık. Azıksız kaldığımız bir gündü. Çumra’da arkadaşlarım ekmek ve hayvanlar için saman bulmak üzere beni vazifelendirdiler. Başkalarından bir şeyler istemek bana zor geliyordu. Arkadaşlarımın ısrarı üzerine mecbur kalarak mahalleye çıktım. Hiçbir kapıyı çalamadan bir hayli dolaştıktan sonra nihayet çift kanatlı büyücek bir kapıyı çalarak gözyaşları içinde ekmek ve saman istedim. Kapıyı aralayan kadının hayretle: ‘Aaa Zeliha halamın Mehmet…’ dediğini duydum. Gözlerimi açtığımda Şerifelerin Abdullah Efendi merhumun evinde buldum kendimi.

Bu hadiseden sonra Abdullah Karabacak ile İzmir’e giderek seyyar satıcılığa başladım. Kol düğmesi, jilet ve sair ufak tefek çeşitlerim vardı. 1930’larda kitapçılığa başlayarak 1938’e kadar İzmir’de kaldım. Daha sonra İstanbul’a gelerek muhtelif işlerden sonra Deniz Yollarının Havuzlar Fabrikası’na girdim. 1940 yılında asker oldum. 1943’te terhis olduktan sonra aynı fabrikadaki işime tekrar başladım. 1945’te Cuma namazına gittiğim için işten çıkarıldım ve bakkallık ederek hayatımı kazanmaya çalıştım. Ancak 1951 yılında zarar ettiğimden bakkallığı terk ederek Topbaşların Bahariye Mensucat fabrikasına girdim. 1959’da oradan ayrılıp biriketçilik yapmaya başladım. 27 Mayıs 1960’da o iş başında dururken, Düşünen Adam adlı bir mecmuada arkadaşlarımın ısrarı ile idare müdürlüğünü deruhte ettim. Daha sonra matbaacılığa geçtim. Bilahare Sabah gazetesinin kuruluşuna önayak oldum. Fakat onu da zenginlere bırakıp mütevazı matbaamda çalışmaya devam ederken hemşerilerimden, kendisi küçük imânı büyük olan Mehmet Yurttutmuş’un ısrarı ile halen imtiyaz sahibi bulunduğum Bizim Anadolu gazetesini yayınlamaya başladık. 57 yaşında olduğum bugün halen bu noktadayım. Daha ne kadar yaşayıp ne işler yapacağımızı Cenabı Hak bilir.”

Oğlu Dr. Latif R. Alpkan (Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekim Yardımcısı) babasını Mehmet Emin Alpkan’ı anlatıyor:

* Taşkent’in yetiştirdiği dava ve mücadele adamı babam Merhum Mehmet Emin Alpkan gençliğinden itibaren memleket meselelerine büyük ilgi duydu. Sağda bütün oluşumların çekirdek kadrosunda yer aldı. (Türk Kültür Ocağı, Milliyetçiler Derneği, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı vs.)

* Milliyetçi çevrelerde lider ve bilim adamları onun reyine ve kanaatine büyük değer verir, herhangi bir teşebbüse girmeden onun desteğini almaya gayret ederlerdi.

Babam Mehmet Emin Alpkan, 1917’de Taşkent’te Alpkanlar sokağındaki evlerinde doğmuş. Alpkanlar sülalesinden Abdüllatif Hoca ile Hacı Velilerden Veli kızı Zeliha Hanımın, dört kızdan sonra doğan tek erkek evlatlarıdır. 3 yaşında babasını kaybetmiş. Mahalle mektebine giderken dedesi de vefat edince çalışmak zorunda kalmış. Önce kunduracı çıraklığı yapmış. Sonra Bozkır, Çumra ve ova köylerine kiraz vs. satmaya gitmiş. Daha sonra Fethiye’ye madende çalışmaya gitmiş, oradan da İzmir’e. 1930–1938 arası İzmir’de seyyar kitapçılık yaparken yeni harflerle okuma yazmayı öğrenmiş. Babam, bundan sonra da okumayı hiç bırakmadı.

İkinci cihan savaşında 4 yıllık askerlikten sonra İstanbul’da Deniz Yolları Havuzlar fabrikasında çalışırken 1945’de Emirler sülalesinden Hasan Hüseyin Efendinin kızı Fatma Ruhan Hanımla (annemle) evlendi. İşten çıkarılınca, Beşiktaş Yıldız’da bakkallık yapmaya başladı.

Kendisine “milli bakkal” dendiği bu dönemdeki hizmetlerini, rahmetli Av. Bekir Berk 10–12/8/1990 tarihleri arasında Yeni Nesil gazetesinde yayınlanan, Rahmetli Mehmet Emin Alpkan ile ilgili 40 yıllık hatıralarını şöyle anlatıyordu.

Vatanperverliğin bu mümtaz siması dünyayı değil, ahireti, makamı değil hizmeti, almayı değil vermeyi, ikramı seçmiş, Yıldızdaki bakkal dükkanını bir ahlak, fazilet, himmet, gayret ve vatanseverlik okulu haline getirmiş, o civarda okuyan veya ikamet eden gençlere, Allah, vatan, millet, tarih sevgisini aşılamış ve Allah için vatan için, birlik ve beraberlik için yapılan hizmetlere destek olmuş, bu maksatla yapılan toplantılara iştirak etmiş, mevki değil vazife talep etmiş elinden gelen her gayreti göstermiştir.

Kendisiyle tanışmamız Türk Kültür Ocağı başkanı olduğum sıralarda başlamış ve devam etmiştir. 15 günde bir yayınladığımız, Komünizme Karşı Mücadele Dergisinin 34, 35, 36. sayılarında ise neşriyat müdürlüğünü merhum Mehmet Emin Alpkan yapmıştır.

Bu örnek insanın doğduğu Taşkent’ e kadar giderek bir bayramı onun ailesi efradı arasında geçirmenin bahtiyarlığını yaşadım.

Bu muhterem insan bu aziz dostla sevdiğini, Allah için seven bu vefakar kardeşimin Taşkent’te olduğu 1953 senesi bayramını Taşkent’e giderek onunla buluştum.

Kartal yuvası köyünde onun misafiri oldum. Kendisiyle İstanbul’dan ayrıldığım zamanlarda da muhabbetimiz devam etmiştir.

Yine Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti 1960 yılında yayınladığı A.Rıza Akdemir’in “Bir gün gelecek” adlı kitabının önsözünde Taşkent Vakfı’nın kurucusu rahmetli M. Emin Alpkan’ a ilgili bir hatırasını şöyle anlatıyordu.

Bir gündü. İstanbul’da idim. Zannedersem askerliğimi yapıyordum…1951 yılında… İstanbul’daki milliyetçi gençler beni “Yıldız”a davet ettiler. Orada her hafta toplanıyor, hararetli konuşmalar yapıyorlarmış… Anlattılar, anlattılar… Şöyle yapıyoruz, böyle yapıyoruz… “Peki” dedim, gittim.

Yıldız’a Cedidiye Caddesi… ve bilmem hangi sokakta bir evin alt katında bir oda.. Kalenderce geniş bir yer… Odayı üniversiteli gençler doldurmuş.

Benim arslan hemşehrim Mehmet Emin Alpkan, “Biz, işte böyle, her hafta toplanıyoruz…” diye anlatmaya başladı. Zaten gençleri buraya toplayan da O. Onun yegane zevki bu… Bu çocuklar için o neler yapmadı?! Yiyeceklerini kolayca temin etsinler diye bakkal dükkanına varıncaya kadar açtı.

Hatta bu yüzden Mehmet’e “Milli Bakkal” derlerdi gençler. Veresiye, vermiyesiye derken iflas etti. Her şeyin menfaat ve hırs tarafını tepti; his ve ideal tarafını benimsedi.

Bu yüzden yıllardır İstanbul’da kaldığı halde hala bir gecekondunun içindedir. Evet, Taşkentli Mehmet Emin kardeşimiz, bu davanın vefakar, cefakar, isimsiz bir hadimidir. İşte şimdi de bir ev tutmuş, yurtlarından yuvalarından ayrılmış bu memleket çocuklarını bir ağabey, bir baba gibi bağrında barındırıyordu.

Bakkal dükkanı iflas edince Bahariye Mensucat fabrikasında mubayaa memurluğu daha sonrada briket imalatçılığı yaptı. 1960’da Düşünen Adam dergisinde görev aldı. Bu derginin idare müdürlüğünde bulundu. Daha sonra matbaacılığa başladı “Alpkanlar Matbaası”nı kurdu. Babıâli’de Sabah gazetesinin kuruluşunda önderlik etti. 1969’da Bizim Anadolu gazetesini, hemşerimiz Mehmet Yurttutmuş ile birlikte kurdu ve imtiyaz sahipliğini yüklendi. Seksenlerde Türkiye Gazetesi ve İnsan- Kâinat dergisinde danışmanlık yaptı.

Yukarıda da defalarca belirtildiği gibi memleket sevgisi ile dolu idi. Bu sebeple doğduğu topraklara da son derece bağlıydı. Taşkentte hizmet edebilmek için Taşkent Vakfının kuruluşuna önayak oldu. Vakfı, Mehmet Davutoğlu, Mehmet Yurttutmuş, Ali Kadıoğlu ve Hüseyin Babalık ile birlikte kurdular. Vefatına kadar vakfın başkanlığını yaptı. 1979’da binasını vakfın yaptığı imam hatip lisesinin açılışı için dönemin Başbakanı Süleyman Demirel onu kırmayıp Taşkent’e gelmişti.

29 Haziran 1990 Cuma günü Beşiktaş Yıldız’daki evinde vefat etti.




HAKKINDA YAZILANLAR

Taşkent’ten gelen kahraman Mehmet Emin Alpkan
Mehmet Nuri Yardım

O, 1980’li yıllarda çalıştığım Türkiye gazetesinde yazan anlı şanlı yazarların “ağabeyi” idi. Çevresinde halkalanan köşe yazarları kümesinin ışığı, dost çehresiydi. İrfan Atagün, Ömer Öztürkmen, Ergun Göze, Ahmet Kabaklı, Ayhan Songar, Vedat Zeydanlı, Sevinç Çokum… Cuma günleri o sofralarda konuşulanlar kaydedilebilseydi keşke… Kaleme dökülebilseydi… O’nun fırtınalı yıllarına yetişememiş, yaşlılık dönemine tanık olmuştum sadece. Gazeteye girdiğim yıl 68 yaşındaydı. Ama bu ateşîn zekâ, torununun tabiriyle “Babıâli’nin kabarık saçlı kızgın adamı”, uzak bozkırlardan Anadolu’ya gelmiş ulu dâvânın gönül eri, yılmayan savaşçısıydı. Ailesi Horasan’dan gelip Anadolu’ya yerleşen Avşar boyuna bağlı bir obaya mensuptu. Yıldız’daki efsane adam, milletinin sevgilisi olan “Millî Bakkal”, adıyla sanıyla Mehmet Emin Alpkan’dı. Bir ahlâk ve fazilet okulu olan bu dükkânda, her zaman genç nesillerin beslendiği fikir ve iman sofraları kurulurdu.

1917 yılında Konya’nın şimdi ilçe olan Taşkent (Pirlerkondu) kasabasında dünyaya gelmişti. Babası Alpkanlardan Koca Mehmedoğlu âmâ Latif Hoca, annesi Hacı Velilerden Zeliha Hanım’dır. Üç yaşında babasını kaybetmiş, yetim olduğu için düzenli bir eğitim görememişti. Diploması yoktu. Küçük yaşta çalışmak için gurbete çıkmak zorunda kaldı. Bir müddet annesinin yanında kalan Mehmed Emin Alpkan, Fethiye'ye eniştesinin yanına gidip orada maden işinde çalıştı. Daha sonra İzmir'e geçerek seyyar satıcılık yaptı. 1930'larda kitapçılığa başladı. 1938'e kadar İzmir'de kaldı. Daha sonra İstanbul'a geldi ve çeşitli işlerde çalışıp maişetini temin etti. Deniz Yollarının Havuzlar Fabrikası’na girdi. 1940'ta asker oldu. 1943'te terhis olduktan sonra aynı fabrikadaki işine tekrar başladı. 1945'te Cuma namazına gittiği için işten çıkarıldı. Beşiktaş Yıldız’da bakkallık yaparak hayatını kazanmaya çalıştı. 1951 yılında zarar ettiği için dükkânı bıraktı. Bir müddet Bahariye Mensucat Fabrikası’nda çalıştı. 1959'da oradan ayrılıp biriketçilik yapmaya başladı. İzmir’de seyyar kitapçılık yaparken okuma yazmayı öğrendi. Kendi kendini yetiştirdi. Askerlik görevini tamamladıktan sonra İstanbul’a yerleşti ve evlendi. Geçimini sağlamak için çeşitli işler yaptı. Gençliğinden itibaren memleket meselelerine büyük ilgi duydu. Sağdaki bütün oluşumların çekirdek kadrosunda yer aldı, bu teşekküllerde kendisine büyük değer verildi, saygı gösterildi. Milliyetçi maneviyatçı kesimin kanaat önderleri, herhangi bir teşebbüse geçerken onun fikrini, desteğini ve duasını alırlardı.

İsmail Hami Danişmend’in evindeki toplantılara katılan Alpkan, Nihal Atsız, Nurettin Topçu, Osman Yüksel Serdengeçti, Bekir Berk ve İsmet Tümtürk gibi önderlerle birlikte oldu, toplantılar düzenleyerek Türk Kültür Ocağı, Milliyetçiler Federasyonu, Milliyetçiler Derneği gibi derneklerin faaliyetlerine destek verdi. 1951’de Komünizmle Mücadele dergisinde, 1960’da Düşünen Adam dergisinde görev aldı. Bu derginin idare müdürlüğünde bulundu. Daha sonra da matbaacılığa geçti. Babıali’de Sabah gazetesinin kuruluşunda önderlik yaptı. Mehmed Yurttutmuş'un ısrarıyla 1969 yılında Bizim Anadolu gazetesini kurarak imtiyaz sahipliğini yüklendi. Milliyetçi muhafazakâr gazeteleri bir araya getirerek Yurt Ajansı’nın kurulmasına ön ayak oldu. Bu ajansın genel müdürlüğünü yazarımız Ergun Göze Bey üstlendi. Alpkan, daha sonra Taşkent Vakfı’nı kurdu. Türkiye gazetesi ile İnsan ve Kâinat dergisinde vefatına kadar danışmanlık yaptı. 29 Haziran 1990 Cuma günü sabah ezanı okunurken Beşiktaş Yıldız’daki evinde ruhunu Rahmana teslim etti ve Ortaköy Mezarlığı’nda toprağa verildi. 73 yıllık ömrünü gençlere Allah, vatan, millet, bayrak sevgisini aşılamak için hayırla ve mukaddes bir çaba içinde geçirmişti.


TAŞKENTLİLER İFTİHAR ETSİN

Konya’yı yıllar önce ziyaret ettim ama Taşkent’e gitmek kısmet olmadı. Bir gün nasip olur da internet sitesinden çok güzel olduğunu tahmin ettiğim bu ilçeyi görürsem oradaki yetkililere Mehmet Emin Alpkan’ı sormak isterim. Acaba tanıyorlar mı? Hayatını, mücadelelerini, kahramanlığını biliyorlar mı? Türkiye’nin bu seçkin, özge adamının neler yaptığından tam olarak haberdarlar mı? Taşkentli gençler ilçelerinin bu büyük şahsiyetini sık sık anıyorlar mı? Taşkentliler Mehmet Emin Alpkan’la iftihar ediyorlardır mutlaka. Çocuklarına “Bizim ilçede yetişmiş büyük bir adam var: Adı Mehmet Emin Alpkan’dır. İnşallah siz de büyür onun gibi olursunuz. O İstanbulluların, Ankaralıların, İzmirlilerin hatta dünyadaki Türklerin tanıdığı bir ahlâk ve fazilet âbidesidir.” diyorlardır elbette. Taşkent sitesinden ilçedeki okulların isimlerini göremedim. Ama inanıyorum ki Taşkent Kaymakamı Huzeyfe Citer ve Belediye Başkanı A. Baki Acet ilçenin en büyük okuluna Mehmet Emin Alpkan ismini vermişlerdir. Vefalı Taşkentliler, büyüklerini unutmamıştır, unutmaz. Bunu soracağım ama, merak ediyorum çünkü. Biz hakikaten değerlerimize sahip çıkıyor muyuz, yoksa vefa konusunda eksiğimiz mi var?

O serdengeçtiler neslinden, ızdırabı neşe, gamı sevinç edinen kahramanlar zümresindendi. Hayırlı, izzetli ve şerefli bir ömür yaşadı. Geçen gün sitemizde Mehmet Emin Alpkan’ın kızı Z. Ruhşen Sevinç Hanımefendi ile torunu Umay Sevinç Hanım’ın çok güzel yazıları ve hâtıraları yayımlandı. Yürekten kopup gelen bu duygu yüklü ve hüzünlü satırlar, hayatı destanlaşan ruh mimarını bize daha da yakınlaştırdı. Ruhşen Hanım, babasının gönül ve fikir dünyasını hatıralar ışığında günümüze taşıyor. Bir mefkure adamının her türlü çileye, kahra, acıya ve işkenceye karşılık dik ve onurlu yürüyüşünü, taviz vermez sağlam kişiliğini hatıraların satır aralarında görebiliyor, hissedebiliyoruz. Bu yazıların devam edeceğine inanıyorum. Elbette o yıldız adamları en yakınları anlatmalı, yazmalı önce.

Millî hafızamızı sık sık yoklamalıyız. Çünkü hâfızası olmayan toplumlar şanlı tarihlerini, şerefli mazilerini de bilemezler. Mehmet Emin Alpkan, dün bir öncüydü, rehberdi, önderdi. Her zaman hatırlanması gereken bir ideal münevver ve dâvâ adamıydı. Müslüman Türk’ün ruh köküne bağlı bir millî kahramandı. Bugün Türkiye’de haysiyetli, namuslu, dürüst ve vatanperver bazı gazeteler var ise, bu çileli işin ilk bayrak şahsiyetlerinden biri olan Alpkan’ı hatırlamak, rahmetle, saygıyla anmak zorundayız. Bir gün Türkiye’nin millî basın tarihi yazılırsa, bir ışık gibi parlayacak ilk isimlerden birisi de şüphesiz ki, Mehmet Emin Alpkan olacaktır.




HAKKINDA YAZILANLAR

Kızı Z. Ruhşen Sevinç Mehmet Emin Alpkan’dan hatıralar

1953 veya 1954 yılı mayıs ayı 7 yahut 8 yaşındayım. İstanbul fetih yıldönümü kutlanacak M.T.T.B. de. Ben de gitmek istedim. Babam “Yarın falan saatte gel” dedi. Beni tembihledi, Yıldız'dan 24 numaralı belediye otobüsüne bineceğim, biletçinin yanına oturup Divanyolu durağında beni indirmesini söyleyeceğim. O devirde belediye otobüslerine arka kapıdan binilip ön kapıdan inilirdi. Biletçiler de arka kapının yanında otururlardı. Ertesi gün saati geldiği vakit yola çıktım. Biletçiye Beşiktaş’tan sonraki her durakta “Divanyolu burası mı?” diye sordum. Şimdi o yaştaki bir çocuk İstanbul'da bu mesafede yalnız yolculuk yapamaz. Zaten düşünülmez de. O zamanki İstanbul’da olabiliyormuş demek ki.

Divanyolunda otobüsten indim, biraz ileriye yürüdüm önüme çıkan caddeden sağa doğru bir müddet gidince M.T.T.B. nin binasını tanıdım. Biraz daha yaklaşınca bazı ağabeyler beni tanıdılar. Ama şimdi kimdi onlar hiç bilemiyorum. Beni salonda ön tarafta bir yere oturttular. Bu arada babamı da gördüm. Gelmeyi becerebildiğim için bir 'aferin' aldım. Konuşmalar başladı. Benim için çok heyecanlı ve güzeldi. Laika Karabey Hanımefendi’nin idaresinde İleri Türk Musikisi Korosu da bir konser verdi. Bu ilk canlı konser dinlememdir. Laika Hanımı ileriki yıllarda bir kaç kez daha dinledim. Bir ara kürsüye Mesut Abi geldi. (Mesut Yavuz Bilgin) Kendi yazdığı bir şiiri okumaya başladı. Nakaratı şöyleydi “Utanıyorum sizin adınıza.” Salonda bir dalgalanma, bir hareketlenme oldu. Sonrasını net hatırlamıyorum sadece o kargaşa. Meğer salondaki hükümet komiseri şiiri beğenmemiş, sivil polisler Mesut Abiyi karakola almak istemişler. Olay buna bağlıymış.

Ertesi günkü gazeteler bu olayı etraflıca birinci sayfadan verdiler. 30 Mayıs sabahı bir tomar gazete yerde yayılı. Babam “Hadi bakalım dün gördüğün hadiseler bugün gazetelerde. Sen oku ben dinleyeyim” dedi. Çok heveslendim. Fakat gazeteyi açık vaziyette elimde tutmam mümkün değil, gazete benden büyük. Çelimsiz sıska bir çocuktum. Gazeteyi yere yaydım ben de, yüzüstü uzanıp okumaya başladım. İşte o başlayış. Her gün 4-5 gazeteyi içindeki bütün makaleleri babama okurdum. Kimi zaman hevesli kimi zaman zoraki ama senelerce. Talihli bir çocuktum ama farkında değildim. Peyami Safa, Refii Cevat Ulanay, Orhan Seyfi Orhon, Kadircan Kaflı, Cevat Rifat Atilhan… Kaç çocuk o yaşta bu yazarları her gün muntazaman okurdu. Bazı kelimeleri telaffuz edemezdim babam düzeltirdi.

Çoğu zaman konuyu anlayamazdım babam izah ederdi. Bazen de “A dünkü şu yazıyı kastediyor ona cevap vermiş” derdim, o zaman da aferin alırdım. Babamın bana yaptığı şu nasihat bugün de herkes için geçerli: “Okudukların asfaltın üstüne yağan yağmur gibi olmasın. Toprağın üstüne yağan rahmet gibi olsun, beynine zihnine işlesin” derdi. Maalesef yaşımdan dolayı olsa gerek artık yağmurlar asfalta yağıyor. Babama gazete okuma görevini benden sonra bütün kardeşlerim ve çocuklarımızda sürdürdü.

1960 yılı yazında bizim evde garip bir trafik olmuştu. Normalde günün her saati misafiri olan bir evdi bizimki. Ama bu bahsettiğim başka türlü bir ziyaret yoğunluğu. Mehmet Emin Alpkan’la Albay Türkeş'in yakın dostluğu duyulmuş. Aklına gelen bizim kapıyı çalıyor ya bir valilik ya bir genel müdürlük alabilmek için babamdan tavassut rica ediyorlardı. Tabi bunların hiçbirini ciddiye alıp Türkeş Bey Amcaya iletmedi babam. Gerçekten karikatür olacak olaylar oluyordu. Gelip tavassut rica ettikleri ev çok mütevazı, ev sahibi öyle… Bunu görünce bari derdinizi söylemeden gidin. Bir keresinde bir bey gelmişti, Devlet Demiryolları Genel Müdürlüğü’nü istiyor. Ama evimizi görünce de iyilik damarı tutmuş: “Mehmet Emin Bey, siz bana D.D.Genel Müdürlüğü’nü alın, söz, ben size en yüksek maaşlı memuriyeti vereceğim.” diyor. Babam beyefendiyi usulünce selametledi. Bu teklif evimizde mizah malzemesi olmuştu.

İşte bu yaz aylarından sonra 13 Kasım geldi çattı. O gün babam ateşli hasta yatıyordu. Sokağa çıkma yasağına rağmen bir hayli gelip gidenimiz oldu. Herkes çok üzgündü. Babamın hastalığından değil “14’ler Olayı” ne olacak, Türkiye'nin hali ne olacak diye. Ağızları bıçak açmıyor herkes düşünceli dikkatle radyo takip ediliyor. Hatta 14’lerin asılacakları söyleniyordu. Bu sıkıntılı günler bir kaç gün sürdü. İdam edilmeyip de beş gün içinde sürüldükleri zaman çok sevindik. Türkeş'in 13 arkadaşı ile dünyanın çeşitli başkentlerine güya görevli olarak gönderilmelerinden sonra onlar da vatanda birçok sıkıntı yaşadı. Bu 13 Kasım da bir ihtilaldi ve yurda bir ihtilal hasarı vermiştir. Milliyetçiler sıkıntı çekti işkence gördü.

ALİ FUAT BAŞGİL’İN EVİNİ DİDİK DİDİK ARADILAR

2 Şubat günü akşamı bizim evimizde arandı ve babam tevkif edildi. İnsanın dizleri nasıl titrermiş o gece öğrendim. Babam olacakları tahmin ediyormuş veya biliyormuş ki anneme günlük tevkifatları anlatıyor ve Ali Fuat Başgil Hocanın evinin nasıl didik didik arandığını ama Hanımefendinin hüviyetleri ve arama iznini görmek istediğini özellikle tekrarlayarak anlatıyordu. İşte o akşam sıra bizim eve geldi. Kaç gündür sokak lambamız yanmıyordu ve sokağın başında bir özel otomobil park halindeydi. Meğer arabada oturan şahıslar değişiyormuş. Babam gelmeden önce kapı çalındı. Latif açtı. Babam yok dediyse de içeri girmişler. İkisi üniformalı biri sivil üç kişi. Kapının önünde bir askeri jip şoför resmi tabi. Oturma odasına kadar geldiler. Annem “Eşim evde yok giremezsiniz” dedi. “Biz gireriz evinizi arayacağız emir var” dediler. O anda annem babamın ne için olayları anlattığını farkediyor. Hüviyetlerini ve arama iznini sordu. Anneme karşı çok nazik davrandılar ve gerekli evrakı gösterdiler. Eşyamıza hasar vermediler ama evimiz didik didik oldu. Bir taraftan da “Burada çok oyalanmayalım kütüphanede çok iş var, uzayacak” diyorlardı. Onlar kütüphane odasına geçtiklerinde babam geldi. Kapının önünde askeri ve jipi görünce anlamış bahçeye girince cebindeki okuyucu mektuplarını çiçeklerin arkasına atmış. Böyle yapmasa o mektup sahiplerinin de başı derde girebilirdi. Eve girip kendini tanıttığı zaman elini yüzünü yıkamak için dahi beriye geçmesine izin vermediler. Yemeğini kütüphanede yemesini istediler. Kaç saat geçti bilmiyorum. Toplanan kitapları bir çuvala doldurmuşlar. Çuvalın ağzını da benim ekose tafta kurdelemle bağlamışlardı. Babam beni bir yere götüreceği zaman saçlarımı kendisi tarar ve örerdi. Uçlarına da bu ekose tafta kurdeleyi bağlardı. O çuvalın içinde çok değerli kitaplar vardı. Benim için önemli olansa Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hayatını bütün detayı ile anlatan ve benim bu konuda ilk okuduğum kitap olan yeşil ciltli çok kalın eski bir kitap vardı. Sonra henüz yeni bir kaç sayfasını okuduğum kısa bir süre öncede piyasadan toplatılan Kâzım Karabekir'in hatıratı vardı. Bir de Atsız'ın 1944’te tutuklu iken başka bir yerde tutuklu olan Bedriye Hanıma yazdığı manzum mektubun bir nüshası vardı. Okuduğumuz zaman bu bizi çok duygulandırırdı.


BABAMI ALIP GİTTİLER

Neticede babamı da alıp gittiler. Giderken babam bize “Allaha emanet olun, Türk Ordusuna Türk Askerine güvenin” dedi. Jipe binince bermutat 8 ayetel kürsisini okumuş. Her sabah bu 8 ayetel kürsiyi muhakkak okur sonra çıkardı. Ve o gün akla gelmeyecek işler yapar, salimen de eve dönerdi. Allaha sonsuz bir güveni bağlılığı vardı. Onun rızası için mücadele ederken de kimseden korkmazdı. Harbiye’ye geldiklerinde merkez binanın kapısında aniden burun buruna denilebilecek bir durumda Faruk Güventürk Paşa ile karşılaşıyorlar. Güventürk Paşa ile babamın arası da 1950’li yılların sonundan beri siyasal görüşleri yüzünden pek de iyi değildi. Babam sâkin, kendini Rabbine emanet etmiş, iki subayın arasında binaya giriyor. Bu beklenmedik burun buruna gelişten Paşa şaşkın. Birden “Mehmet Emin Bey burada ne işiniz var” diyor. Babam da “Paşam bunu siz bileceksiniz” deyince “Yok efendim öyle bir şey, Mehmet Emin Beyi evine götürün” demiş. O tarihte Güventürk Paşa Garnizon Komutanı. Tevkifatları biliyor ve listelerden haberi var. Belki de bir kaç metre mesafe ile karşılaşsalar babam uzun süre Harbiye’de tutuklu kalacaktı. O günlerde çok komik sebeplerden aylarca hapis yatanlar vardı. Çoğu ilk duruşmada serbest bırakılmıştır. Ama o mahkeme günü aylarca gelmezdi. Babam bir saat içinde eve geldi.




HAKKINDA YAZILANLAR

Bekir Berk Alpkan'ı anlatıyor

Rahmetli Av. Bekir Berk. 10-12. 8 1990 tarihleri arasında Yeni Nesil gazetesinde yayınlanan, Rahmetli Mehmet Emin ALPKAN ile ilgili 40 yıllık hatıralarını şöyle anlatıyordu.

1917 yılında Konya'nın Hadim** kazasının Taşkentinde doğan ve 1990 yılının ortalarında İstanbul'da ahiret seferine çıkan Mehmet Emin ALPKAN şu anda Ortaköy mezarlığında İstirahat etmektedir.

Vatanperverliğin bu mümtaz siması dünyayı değil, ahireti, makamı değil hizmeti, almayı değil vermeyi, ikramı seçmiş, Yıldızdaki bakkal dükkanım bir ahlak, fazilet, himmet, gayret ve vatanseverlik okulu haline getirmiş, o civarda okuyan veya ikamet eden gençlere, Allah, vatan millet tarih sevgisini aşılamış ve Allah için vatan için, birlik ve beraberlik için yapılan hizmetlere destek olmuş, bu maksatla yapılan toplantılara iştirak etmiş, aynı mevki değil vazife talep etmiş elinden gelen her gayreti göstermiş, hizmet için mecmua paketlemeyi, pul yapıştırmayı dahi şerefli bir vazife kabul etmiş, İsmail Hamid Danişmend Beyefendinin evinde tertip ettiği toplantılara devam etmiş, Türk Kültür Ocağı, Milliyetçiler Federasyonu, Milliyetçiler Derneği toplantılarında yerini almış, Nurettin Topçu Bey'in, Atsız

Bey'in, İsmet Tümtürk Bey'in sohbetlerine kokmuş, milliyetçi ve vatansever gençlerin kaynaştığı derneklerin birleşmesi için dinden gelen gayreti göstermiştir.

O devirde Türk milletim uçak gibi kullanan , onun hürriyetlerini gasp edenlerin karşısında yer alan, boy veren, şahlanan vatansever ve Allah'a bağlı milliyetçi güçlerin safında yer almıştır.

Kendisiyle tanışmamız Türk Kültür Ocağı başkanı olduğum sıralarda başlamış ve devam etmiştir.

Bilhassa bazı arkadaşlarımızla el ele vererek topladığımız 300 lira ile çıkarmaya, meydanlarda ve Karaköv vapur iskelesinde bizzat satmaya başladığımız ve 15 günde bir yayınladığımız, sahipliğini, yazı işleri müdürlüğünü ve basımım bizzat yaptırdığım Komünizme Karşı Mücadele dergisinin 34, 35, 36. sayılarında ise neşriyat müdürlüğünü merhum Mehmet Emin ALPKAN yapmıştır.

Bu örnek insanın doğduğu Taşkent'e kadar giderek bir bayramı onun ailesi efradı arasında geçirmenin bahtiyarlığım yaşadım.

Bu muhterem insan bu aziz dostla sevdiğim, Allah İçin seven bu vefakar kardeşimin Taşkent'te olduğu 1953 senesi bayramını Taşkent'e giderek onunla buluştum.

Kartal yuvası köyünde onun misafiri oldum. Kendisiyle İstanbul'dan ayrıldığım zamanlarda da muhabbetimiz devam etmiştir.

Yine Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti 1960 yılında yayınladığı A. Rıza Akdemir’in bir gün gelecek adlı kitabının Önsözünde Taşkent Vakfı'nın kurucusu rahmetli M. Emin ALPKAN' la ilgili bir hatırasını söyle anlattı:

Bir gündü. İstanbul'da idim. Zannedersem askerliğimi yapıyordum...

1951 yılında... İstanbul'daki milliyetçi gençler beni "Yıldız"a davet ettiler, Orada her hafta toplanıyor, hararetli konuşmalar yapıyorlarmış... Anlattılar, anlattılar... Şöyle yapıyoruz, böyle yapıyoruz... "Peki" dedim, gittim.

Yıldız'a Cedidiye Caddesi... ve bilmem hangi sokakta bir evin alt katında bir oda... Kalenderce geniş bir yer... Odayı Üniversiteli gençler doldurmuş. Benim aslan hemşehrim Mehmet Emin ALPKAN, "Biz, işte böyle, her hafta toplanıyoruz.." diye anlatmaya başladı. Zaten gençleri buraya toplayan da o. Onun yegane zevki bu... Bu çocuklar için o neler yapmadı?! Yiyeceklerini kolayca temin etsinler diye bakkal dükkanına varıncaya kadar açtı.

Hatta bu yüzden Mehmet'e "Milli bakkal" derlerdi gençler. Veresiye vermeyesiye derken iflas etti. Her şeyin menfaat ve hırs tarafını tepti; his ve ideal tarafım benimsedi.

Bu yüzden yıllardır İstanbul'da kaldığı halde hala bir gecekondunun içindedir. Evet, Hadimli (Taşkentli) Mehmet Emin kardeşimiz,bu davanın vefakar. cefakar, isimsiz bir hadimidir, işte şimdi de bir ev tutmuş, yurtlarından yuvalarından ayrılmış bu memleket çocuklarım bir ağabey, bir baba gibi bağrında barındırıyordu.

Taşkent'in bağrından çıkan kıymetli bir evladının vatanına ve milletine yaptığı hizmetlerin Türkiye genelinde tanınmış simalar tarafından taktire şayan bil şekilde bahsedilmesi bizleri gururlandırdı.

Gelecek nesillere örnek teşkil eden büyüklerimizin takipçisi olmaya çalışacağız.



HAKKINDA YAZILANLAR

Babam Mehmet Emin Alpkan’dan hâtıralar (3)
Z. Ruhşen Sevinç
www.sanatalemi.net

Henüz okula gitmediğim yıllardı.Yeni Sabah gazetesi her gün alınırdı. Başka gazeteler de alınırdı ama her gün okunmasını istediğim çizgi romanlar Yeni Sabah’taydı. Şövalye Sadık Demir, Hasbi Tembeller gibi. Bunları bana dayım okurdu. Aksi halde rahat bırakmazdım. Pazar günleri de 4 sayfalık bir ek verirdi. Bir sayfası tamamen çizgi roman. Saçları iki örgü başında börk, belinde bıçağı, ayağında çizmeleri bir Türk kızı vardı bu çizgi romanda. Adı Ayça. Hem güzel hem kahraman. Pazar sabahları erkenden gider gazeteleri alırdım. Babam ezberletmişti: Yeni Sabah, Tercüman, Dünya, Vatan, Cumhuriyet, Milliyet. Bir gazetenin fiyatı 15 kuruştu. Ekmek de 15 kuruştu. Doğruca babamın yanına gider yatağa girer Ayça’nın maceralarını okuturdum. Pazar sabahları babamın ilk görevi bu idi.

Bir pazar her zamankinden daha az gazete ısmarladı babam. Okuyup bitirdikten sonra gazeteleri katlayıp kolumun altına verdi “Git Betül Apartmanı’nın alt katındaki camı çal, önce kendini tanıt selam söyle, bu gazeteleri ver. O amca da sana başka gazeteler verecek onları al gel. Sakın oyalanma, içeri girme” dedi.

Betül Apartmanı evimizin tam karşısındaydı. Gittim. Camlarda sürgülü demir vardı. Camı tıklattım, resmi gömlek ve pantolonlu bir amca camı açtı. Gazeteleri değiştirmek için geldiğimi söyleyince “hadi içeri gel” dedi. “Babam bekliyor gelemem” dedim. O zaman beni bileğimden yakalayıp içeri seslendi “Muzaffer anahtarı ver.” Anahtar geldi, demirler açıldı beni kucaklayıp içeri aldı. Türkeş Ailesini ilk defa orada ve topluca gördüm. Bana sıcak bir alaka gösterdiler. Tabi ismimi sordular, “Ayça” dedim. Onların isimleri çok güzeldi; Ayzıt, Umay, Çağrı, Selcen. “Benimki de Ayça olsun” dedim her halde. Türkeş Bey Amca kurmay okuluna gidiyormuş. O zamanlar Harp Akademisi Yıldız Sarayının bir bölümünde idi. Polis Okulu ve Dilsizler Okulu da aynı meydanda ve sarayın çeşitli binalarında meskundular. Bugün ki Yıldız Üniversitesi de Yıldız Teknik Okulu adıyla aynı yerdeydi. Türkeş’in kızlarıyla aşağı yukarı akrandım. Bizim bahçeye oynamaya en çok Çağrı ile Selcen gelirdi. Ben de onlara giderdim. Bir veya iki yıl sonra Bağlarbaşı’na taşındılar daha sonra tekrar Yıldız’a geldiler. Kılıçali’de Cevat Rifat Atilhan ile bitişik evlerde oturdular. Tuğrul’da o evde doğdu. Ailece sık sık görüşemediğimiz zamanlarda bile Türkeş Bey Amca ile görüşürdük. Özel görüşmek istediği zaman eve gelirdi. Babamla uzun uzun sohbetleri olurdu. Biz çocuklara da çok ilgi gösterir hepimizle ayrı ayrı ilgilenirdi. Biz de onu babama bırakmamaya uğraşırdık. Bizim bahçede çekilmiş bir resim neşredildi. Altına Türkeş’in Kızları yazmışlar. Halbuki resimdekiler Çağrı, Selcen, ben ve kızkardeşim Ruhsar. Türkeş Bey amca ile poz vermişiz.

Böyle böyle yıllar geçti.1960 yılının baharına geldik. Ben Beşiktaş Kız Lisesi’nin orta kısmına gidiyorum. O zamanlar Yıldız’dan Ortaköy’e otobüs yok. Okul Çırağan’da. Sabahları, Serencebey’den geçer Çitlenbik Sokak’tan Çırağan’a inerdim. Hem kestirme hem yokuş aşağı. Ama okuldan eve dönerken o yokuş tırmanılmaz, onun için yeni açılmış olan bugün ki Barbaros Bulvarım’ndan dönerdim. Çarşamba ve cumartesileri okul yarım gündü. Bu günlerde eve giderken genelde Türkeş Bey Amca ile rastlaşırdık. Yanında 3-4 subay Beşiktaş’a inerdi. O sıralar ailesi Ankara’da olmasına rağmen o belki de geçici bir görevle İstanbul’daydı. Karşılaşınca hemen elini öperdim, o da yanındakileri bekletmek bahasına benimle sohbet ederdi. Bir cumartesi yine karşılaştık. “Yarın size geleceğim, beybabana söyle müsait mi acaba” dedi. “Müsait” dedim. Halbuki ben babama bir şey söylemeyeceğim. Türkeş Bey Amca geldiği zaman babam evde yoksa çok daha iyi olacak. Onun sohbeti bize kalacak. Çünkü bizi ciddiyetle dinler tabiri caiz ise biz çocukları adam yerine koyardı. Aynı derecede sevdiğim amcalardan biri de Ziya Uygur Beydi. Ben koşarak gider onun elini öperdim her seferinde o da benim elimi öperdi. Hepsi nur içinde yatsın.

Neticede babama Türkeş’in geleceğini söylemedim. Rahmetli kalktı Sultanbeyli’ye gitti. Orada bir arazimiz vardı. Zaman zaman gider orayı dolaşırdı. O gün gideceği tuttu. Annem Ahmet Dayım’la bahçede çiçek ekiyor ben de kardeşlerimle sek sek oynuyorum. Kapı çaldı. Geleni biliyorum ya koşup açtım. Onu üniforma ile bu son görüşümdür. Bana sorarsanız bir insana üniforma bu kadar mı yakışırdı. Herhalde en yakışıklı subay Türkeş Bey Amca idi. İlk gördüğüm sivil resmini çok yadırgamıştım. Tabii ona kasten söylemedim geleceğinizi diyemezdim. “Unuttum” dedim. O gün Türkeş Bey Amca ile koyu bir sohbete daldık. Ben, dayım ve kardeşlerim. Ta ki babam gelinceye kadar. Babamsız ikinci sohbetimiz 1965’te olacaktı. Bu sefer siyaset konuşacaktık. Babam gelince biz dağıldık ama başka gelenler oldu. Velhasıl baş başa kalamadılar. Türkeş o gece saat 12’yi geçiyordu bizden çıktığı zaman. Onu geçirenler arasında ben de vardım tabii. Yukarı caddeye yürümesi gerekirken o aşağıya doğru yürüdü, gitti. Sanırım 3 hafta sonra. Okulun son günü. Son günlerde bizi Yıldız Parkı’na pikniğe götürürlerdi. O gün pikniğe gidilecek. Uyandım. Annem iskemlenin üzerinde bir ayağını toplamış iki koluyla masaya dayanmış ağlıyor. Babam da masanın diğer ucunda düşünceli, ortaların da radyo. Önce şaşırdım, anneme bir şey oldu sandım. Babam ‘dur bakalım’ diyordu anneme ‘sakin ol’. Kalktım yatağın içinde oturdum. Radyoda marş çalıyor. Marşların arasında davudi bir ses “Nato’ya Cento’ya bağlıyız” diyor. Bu ses çok güzel bir ses hem tanıdık. Bir müddet dinledim. Sonra çocuk yaygarasıyla bağırdım: “İnönü iktidarı alamaz, bu Türkeş Bey Amca..” Babam “evet” dedi. Bir darbe yapılmış olmasından üzgündüler ama kötü şeyler olmayacağına inanmışlardı, bu ses Türkeş’in sesiydi. Annem kıvırdığı dizini indirdi toparladı gözyaşlarını sildi. Bu işin içinde Türkeş varsa Türk Devletine Türk Milletine zarar gelmeyecekti. Babamla Menderes arasında sorunlar, mahkemeler olmuştu. Milliyetçiler Derneği kapatılmıştı. Ama babam Menderes’i yine de severdi. Türkeş’le Menderes arasında çocuk aklımla ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Türkeş’in iktidarı İnönü’ye teslim ettirmeyeceğinden de emindik. Türkiye çok hareketli heyecanlı günler yaşadı.
13 Kasım, diğer darbe girişimleri…

Türkeş Bey Amca Yeni Delhi ye gönderildi. Ailesi ile beraber gidebilen yalnızca Türkeş’tir. Muzaffer Teyze 5 gün içinde çocuklarının okul nakillerini yaptırdı, evi eşyası ile kiraya verdi, kayınvalidesi Fatma Hanım Teyze’yi Balıkesir’e kızının yanına götürdü hem vedalaştı ve 5 çocuğunu alıp Cuma günü Türkeş’i Yeni Delhi’ye götürecek uçağa yetişti. O
mükemmel bir insan tam bir hanımefendiydi. Bir Hintliye suikast yaptırılabilir diye endişeyle yaşamıştı Muzaffer Teyze. Zannımca kalbinde ki rahatsızlık da o günlerin eseriydi. Hindistan dönüşü Muzaffer Teyze Ahmet Er’in eşi Melahat Hanım’la annemi ziyarete gelmişlerdi. Sarı ve ipek eşarplar getirmişti hediye. Hediye konusunda çok hassastı. Amerika’dan dönüşünde de her birimize ayrı ayrı hediyeler getirmişti. Arkadaşlarının pek çoğuna yapılan bir incelikti bu. Yine yakın günlerde bir akşam yemeğinde beraber olduk.

Sofrada Rıfat Baykal da vardı. Hizmeti ben yapmıştım, bana “Kızım büyümüş de hizmet ediyor” diyerek iltifat etmişti. 1962-1965 arası tutuklamalar devam etti.

Onu yıllarca görmedim. Çorlu’daydım artık olayların dışındaydım. Ancak basından takip edebiliyordum. 1988 veya 89. Emin Dayım o zaman İstanbul İl Başkanı. Türkeş Edirne’de bir törene katılacaktı. Geçerken de Çorlu’da şehrin girişinde bir konuşma yapacak. Eşime rica ettim biz de gittik. Bir sene öncesinde oğlum Ankara’ya gidince elini öpmüş. Kız kardeşim götürüp takdim etmiş. Yani oğlum Murat’ı bir kere görmüşlüğü var, kızlarımı ve eşimi hiç görmemişti. Beni de 20 yılı aşkın zamandır görmemişti. Yanımızda Ali isminde bir bey daha vardı. Askerliğini yaparken birliğinde Türkeş üsteğmenmiş. Kalabalığın en sonunda kaldık. Sıramızı bekliyoruz. Murat’ı görür görmez “Muratçığım” deyip öptü. Takdim edilmeden eşime “Cengiz Bey nasılsınız” dedi kızlarıma da isimleri ile hitap etti. Önemlisi Ali Beye “O merhaba Ali Çavuş nasılsın” dediği zaman eşim çok şaşırmıştı. Rahmetliler ne zaman görüşseler bize ismen selâm gelirdi. Ama eşim babamın mübalağa ettiğini sanırmış. “Hiç tanımadığı bir adamın ismini nasıl aklında tutacak hele de bu kadar gailenin arasında, kayınpeder bana hoş göstermeye çalışıyor.” dermiş.

O gün Edirne dönüşü evimi şereflendirdi. Yanında ki zevatla birlikte. Kahvemizi içtiler, biraz istirahat edip İstanbul’a döndüler. Daha sonra babamın hastalığı ölümü oldu. Cenaze namazında ve kabri başında hazır bulundu, toprak attı. Bir yıl sonra kurban bayramında İstanbul’daydı. Kardeşler ve eşlerimiz toplanıp ziyaretine gittik. Bayramlaştık çok özel ve güzel bir sohbet oldu. O güne kadar babamın hakkında bilmediğim bazı şeyleri öğrendim.
Meselâ Komünizmle Mücadele dergisini babam finanse edermiş bunu ancak o gün öğrendim.

Dergiyi çıkaran ve satan grubun içinde olduğunu biliyordum ama finanse ettiğini o gün öğrendim. Babam ticaret yapamadığı için bakkal dükkânımız iflas etti diye bilirdim. Özel sohbetlerde de aile arasında böyle konuşulurdu sanıyorum. Babamın ölümünün ardından birkaç anma programı yapıldı. Çok çeşitli isimler konuşma yaptı hatıralarını anlattı. Hep o bakkal. Serdengeçti’nin dediği gibi veresiye vermiyesiye gitmiş meğerse. Babamın üzerine aldığı görevlerden biri buymuş. Yaşadığı sürece de hakkıyla yapmış. Allah rahmet etsin.

Bir çok şeyi etraftan duyup öğrendik. Çünkü o yaptıklarını eve gelip anlatmazdı.

Seval Hanımefendi’yi de ilk defa o günkü ziyaretimizde tanıdım. Sonra ki yıllarda iki defa genel merkezde ziyaret ettim. Kız kardeşim ve kızlarımla beraber. Bir defa da Çankırı’da Kiraz Bayramı vardı, orada görüştük. Hatta ertesi günü ben kızlarımla Umay Hanım’ı ziyaret edecektim, bundan bahsettim kendisine memnun olmuştu. Bu son görüşüm oldu. Cenazesine de gidemedim. Gerçi çocuklarım ve kardeşlerim bu görevi yaptılar.

Ben kendimce bu devrin üç büyük kahraman lideri olarak Türkeş, İsa Yusuf Alptekin ve Rauf Denktaş’ı kabul ederdim. İlk ikisini yakından tanıdım. Ellerini öptüm sohbetlerini dinledim. Fakat Denktaş’ı şahsen tanımak kısmet olmadı. Bir kere uçakta beraber yolculuk ettik fakat gidip tanışmayı beceremedim cesaret edemedim. Hâlâ hayıflanırım. Türklük için Türk dünyası için mücadele eden bütün kahramanlardan Allah razı olsun, Denktaş’a da gayret kuvvet uzun ömür versin. Amin.




HAKKINDA YAZILANLAR

Komünizme Karşı Mücadele
(01.08.1950-15.05.1952)

14 Mayıs 1950 seçiminin ortaya çıkardığı serbestlik ortamı içinde iyice azgınlaşan komünistlerle mücadele ereğiyle Istanbul'daki milliyetçi üniversite gençlerinin 15 günde bir çıkardığı “milliyetçi siyasi dergi”. 01 Ağustos 1950 -15 Mayıs 1952 arasında 36 sayı yayınlandı.

35x25 sm. boyutunda, dört sayfa olarak tasarlanmış bir yayın organı idi. Başlangıçta 10 kuruş olan fiyatı, 34. sayıda 15 kuruşa çıkarılmıştı.
İmtiyaz sahipliğini 1-15. sayılarında Bekir Berk, sonrakilerde F. Berk' üstlendi; “yazı işlerini fiilen idare eden olarak, sırası ile Bekir Berk, Hüseyinbeyoğlu Nurettin (Özdemir), Erdoğan Özbenli, Hayrettin Özgüven ve Mehmet Emin Alpkan görev yaptılar.

Tam adı Komünizme karşı mücadele olan bu gazete-derginin geniş bir yazı kadrosu vardı. Düşünce ağırlıklı yazıların ve şiirlerin yer aldığı Mücadelenin başlıca yazarları şunlardı: Nurettin Topçu, Bekir Berk, Mirza Bala, Evliyaoğlu Gökhan, A.T. Kâhyaoğlu, A. Demirkapılı, Cevat Rifat Atilhan, Fethi Tevetoğlu, Hasan Ferit cansever, İsmet Tümtürk, Haşim Nahit Erbil, Z. Urazoğlu, Remzi Oğuz Arık, Hüseyin Akkoyunlu, Mehmet Kaplan, Nejdet Sançar, A. Rıza Akdemir, M. Saffet Engin, Sezai Yılmaz, Nejat Tahsin Alper, Elmas Yıldırım, Fındıkoğlu Ziyaeddin Fahri, Ârif Nihat Asya, Sofuoğlu M. Zeki, Zeria Karadeniz, Ali Fuat Başgil, Çavuşoğlu M. Turgut, Fahri Ersavaş, Hayrettin Özgüven, Hüseyinbeyoğlu Nurettin Özdemir, Hayrettin Özgüven, İzettin Şadan, İsa Yusuf Alptekin, Mehmet Turgut, Ismail Hâmi Dânişmend, Kamberoğlu Cahit Aydoğan, Zeki Velidî Togan, vb. Ayrıca, son sayılarında Jean-Paul Sartre, Alain, Mahatma Gandi, G. Tokayev, Williams C. Bullit gibi yabancı yazar¬lardan yapılan çeviriler de yayımlandı.

“Ekim ayından itibaren yine faaliyete geçmek üzere, geçen yaz olduğu gibi yine neşriyatımızı tatil ettiğimizi muhterem okuyucu ve bayilerimize bildiririz” açıklamasının verildiği 15 Mayıs 1952 günlü 36. sayıdan sonra Mücadele bir daha yayımlanamadı.



www.biyografi.net (Binlerce Biyografi)