Yücel Hacaloğlu
gazeteci, yazar, siyaset adamı


Türk Ocakları Danışma Kurulu Üyesi


Türk Yurdu Dergisi Yayın Kurulu Üyesi



1936 yılında Rİze'nin Fındıklı ilçesine bağlı Çağayan köyünde doğdu. İlk eğitimini Kars'ta, liseyi Trabzon'da bitirdi. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden mezun oldu. 1957'de gazeteciliğe başladı. Yelken, Türkiye Spor, Yeni İstanbul, Son Havadis, Sabah gibi gazete ve dergilerde çalıştı. 1974 yılında Kıbrıs Harekatı'nı izleyen ve esir düşen on gazeteci arasındaydı. Alparslan Türkeş'in başbakan yardımcısı olduğu dönemde, Başbakanlık Basın Müşaviri olarak görev yaptı. Radyo Televizyon Üst Kurulu'nda danışman olarak çalıştı. 2001 yılında buradan emekli oldu.

Türk Ocakları Genel Merkezi'nde yönetici görevlerde bulundu. On yıl genel sekreterlik yaptı. Türk Ocakları Danışma Kurulu ve Türk Yurdu Dergisi Yayın Kurulu üyesi idi.

6 Ocak 2018 tarihinde Ankara'da vefat etti.




SÖYLEŞİ

Yücel Hacaloğlu: Atatürk ölene kadar Türkiye’de Devlet Türkçülükle yönetilmişti

TÜRKSOLU: Yıllarca Türk Ocağı’nda yöneticilik yapmış, Türk Yurdu dergisinin yönetiminde bulunmuş bir aydın olarak kendinizi ve içinden geldiğiniz Türkçülük akımını bizlere ve okurlarımıza nasıl tanıtırsınız?

Yücel Hacaloğlu: Öncelikle Türk Ocağı’ndan bahsedelim. Türk Ocağı biliyorsunuz Osmanlı Devleti’nin çöküş devresinde birtakım idealist insanların bir araya gelip, Türk milletinin kurtuluşunun Türkçülükte olduğunu iddia ederek, bu konuda görüş belirterek kurdukları bir dernektir. 23 Mart 1912’de (1328) kurulmuştur. Kuranlar arasında dört isim esastır: Milli Şair olarak adlandırılan Mehmet Emin Yurdakul, Kazanlı Yusuf Akçura, Azerbaycanlı Ahmet Ağaoğlu ve Erzincan Kemahlı Doktor Fuat Sabit. Bunlar dört resmi kurucudur. Yine bu isimler evvela 190 Askeri Tıbbiyeli ile –ki o zaman sivil tıbbiyeli zaten yoktu- Türkiye’nin kurtuluşunun Türkçülükte olduğunu ifade eden bir mektup hazırlıyorlar. Bu mektubu devrin ilim ve fikir adamlarına gönderiyorlar. Ve 1911 yılında başlayan çalışmalar sonucu 1912 yılı 28 Mart’ında resmen kurulmuş oluyor. Kurulduktan sonra da, biliyorsunuz o sırada Balkan Harbi, I. Cihan Harbi ve Milli Mücadele arka arkaya gelmiştir, çok sıkıntılar çekmişlerdir.

Yusuf Akçura’nın Mısır’da basılmış bir kitabı vadır: Üç Tarz-ı Siyaset. İslamlaşmanın da Batılılaşmanın da Türkiye’yi kalkındıramayacağını, çözümün Türkçülükte olduğunu ifade eden bir eserdir. Cumhuriyet ilan edildikten sonra Mustafa Kemal Paşa, Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Türkiye’de o zaman kültürle uğraşan dernek yoktur. Himaye-i Etfal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu), Hilal-i Ahmer Cemiyeti (Kızılay) var. Bunların dışında da Türk Ocağı vardır. Bunlardan sadece Türk Ocağı kültürle özellikle de milli kültürle uğraşmaktadır. O dönemki özü kısaca budur.



Atatürk, her gittiği yerde Türk Ocağı’nı ziyaret ederdi

1923’ten sonra Türk Ocağı yeniden faaliyete geçmiştir. Atatürk, o zamanki adıyla Mustafa Kemal, Türk Ocağı’na yardım yapmıştır. Gittiği yerlerde Türk Ocağı şubelerini ziyaret etmiştir, bunların hatıra defterlerine yazılar yazmıştır. Ben de bunları yayınladım. 1931 yılının 10 Nisan’ına gelinceye kadar 276 şubesi, 32 bin üyesi olan bir dernektir. Dernek 10 Nisan 1931’de CHP’nin bünyesine iştirak etmiştir.

Neden kendisini feshetmiştir? Birinci neden Türk Ocağı’na gençlerin çok gelmesidir. O günkü adıyla Cumhuriyet Halk Fırkası’na gelenler ise çok az. Türk Ocağı’nın ilerde bir siyasi parti haline gelme ihtimali vardır. Diğer bir neden o zaman kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın belediye seçimlerindeki adaylarının büyük çoğunluğunun Türk Ocağı mensuplarından oluşmasıdır. Üçüncü neden de Türkiye dışından gelen Mehmet Emin Resulzade, Zeki Velidi Togan gibi Türk liderlerin Türkiye’ye geldikleri zaman Türk Ocağı’na gelmeleridir. Bunlar Türkiye’nin dışında da Türkler olduğunu, kendilerinin de bunlardan olduğunu belirtmekteydiler. Ruslar ise “bunlar Türk Ocağı’na gelerek emperyalist fikirler aşılıyorlar” diyerek Türkiye’ye protesto mektubu göndermişti. Tüm bu gelişmelerin sonunda 10 Nisan 1931’de Türk Ocağı kapanmıştır.

O tarihe gelene kadar dört-beş önemli başkan olmuştur. Bunlardan Hamdullah Suphi ilk maarif vekillerindendir. Hamdullah Suphi 9 Mayıs 1949’da Türk Ocağı’nı yeniden kuracaktır. Böylece bu güne kadar gelinmiştir. Şu anda Türk Ocağı’nın 78 tane şubesi vardır. Politikayla asla meşgul olmamak temel ilkelerden biridir. Bugün çok üye yapılmamaktadır, yaklaşık 7.500 kadar üyesi vardır. İstanbul’da yedi, Ankara’da bir şube vardır. Karadeniz bölgesindeki şehirlerden Artvin, Rize, Trabzon, Giresun, Ordu ve Zonguldak’ta şubeler vardır. İç Anadolu ve Ege’de şubeler vardır. Doğu Anadolu’da Urfa’da vardır. Türk Ocağı’nın mal varlığı olarak da Balgat’ta bir binası vardır. On üç şubenin binası kendisine aittir. Ankara Şube binası da para toplayıp alınmıştır. Bu şekilde varlığını sürdürmektedir.

TÜRKSOLU: Biraz kendi çalışmalarınızdan da bahseder misiniz?

Yücel Halacoğlu: 1955 yılında İstanbul’a gittiğim zaman Türk Ocağı Aksaray’da eski bir çorap fabrikasının binasındaydı. Hamdullah Suphi burayı tamir ettirmişti. Ben Türk Ocağı’na o dönemde üye oldum. Hamdullah Suphi’yi, Abdûlhak Şinasi Hisar’ı, Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ı, Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ı o dönemde orada tanıdım. Bu isimler devrin ilim ve fikir adamlarıydı. Yine aynı zamanda gazeteci olan Prof. Dr. Gökhan Evliyaoğlu Türk Ocağı’ndaydı. 1976 yılında Ankara’ya geldim. Aslında Türk Ocağı’ndan görev istememiştim. Başka çalışmalarım vardı. Fakat bir arkadaşımızın ısrarı üzerine görev aldım. Türk Ocağı Hars Komisyonu’ndaydı görevim. Hars, kültür demektir. Eski bir kelimedir fakat Ziya Gökalp’ten miras kaldığı için hâlâ gelenek olarak kullanırız. Bundan sonra 12 sene kadar da genel sekreterlik yaptım. 5 sene de genel başkan yardımcılığı görevinde bulundum. Dört sene evvel de artık yaşlandım diyerek Ocak’taki aktif görevimi bıraktım ama şu anda da Danışma Kurulu üyesiyim. Ocak’taki görevlerim böyledir.

Bizim dönemimizde Orhan Düzgüneş yirmi sene Ocak’ta genel başkanlık yapmıştır. Ziraat Fakültesi profesörlerindendir. Daha sonra Nuri Gürgür genel başkan oldu. Şu anda kendisi Ankara Ticaret Odası Meclis Başkanı’dır. O da 16 sene genel başkanlık görevinde bulunmuştur. Şu andaki genel başkan da Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Osmanlı Tarihçisi Prof. Dr. Mehmet Öz’dür. İki ay sonra da 42. Kurultay toplanacaktır.



Türk dünyasında kültürel yakınlaşma ve bütünleşme sağlamaya çalıştık

Benim çalıştığım dönemde Türk Ocağı’nın panellerinin, sempozyumlarının, konferanslarının yüzde doksanını kitaplaştırdık. Yetmiş-seksen kadar kitabı o dönemde yayına hazırladım. Bunların hiçbiri para ile satılmamış, dağıtılmıştır. Bu arada 1992’den beri de on dört gençlik kurultayı gerçekleştirildi. Kırım’da, Kıbrıs’ta, Tataristan’da, Çuvaşistan’da, Başkurdistan’da ve Kazakistan’da gerçekleştirdik. O gençlik toplantılarına katılanların bir kısmı bugün kendi memleketlerinde devlet idaresinde görev almış insanlardır. Bu da siyasi hiçbir amacı olmayan bir kültürel yakınlaşmayı ve bütünleşmeyi sağlamıştır.

Bunun dışında iki arkadaşımızla birlikte bir Türk Ocakları Tarihi kitabı da hazırladık. İki ciltlik 980 sayfalık bir kitaptır bu. Bu eserde dahi belli eksikler vardı çünkü Ocaklar 1931’de kapatıldığı zaman evraklar Maliye Bakanlığı’na teslim edilmiştir. Sonradan da bu evraklar maalesef SEKA’ya gönderilmiştir. 1931’de Türk Ocağı kapandığı zaman kütüphanesinde bulunan 40 bin cilt kitap ise Milli Kütüphane’de tasnif edilmemiş bir şekilde durmaktadır.

Şunu da söyleyeyim ki Türk Ocağı devletten herhangi bir yardım almıyor. Birtakım iddiaların aksine böyle bir durum yok. Bağış ve aidatlarla yoluna devam eder. Projelerden gelen paralarla etkinliklerini sürdürür.

TÜRKSOLU: Türk Ocağı’nın ve Türk Yurdu dergisinin fikirsel temeli olan Türkçülüğe gelelim isterseniz. Biliyorsunuz herkes her kavramı kendine göre tanımlayabiliyor. Bu akımın duayen bir ismi olarak biz bu soruyu size sormak isteriz. Sizce Türkçülük nedir? Birilerinin iddia ettiği gibi faşizm midir? Irkçılık mıdır? Yoksa bunlardan tamamen farklı özgün bir akım mıdır?

Yücel Hacaloğlu: Klasik manada Türkçülük Türk milletini sevmektir. Onun yükselmesini istemektir. Türkçülüğün özü budur. Türk Ocağı’nın yaptığı da budur. Türkiye’de ve Türkiye’nin dışında Türklerin olduğunu, bunların bir millet olduğunu ve bunların kültürel birleşmelerinin gerekli olduğunu iddia eder. Zaten Türk Ocağı’nın tüzüğünde böyle bir madde de vardır.

TÜRKSOLU: Yani Ziya Gökalp’lerin, Yusuf Akçura’ların bu akımın kurucularının anlayışları da mı böyleydi?



“Kürdüm” denildiğinde ırkçılık olmuyor da “Türk’üm” denildiğinde neden ırkçılık oluyor?

Yücel Hacaloğlu: Ziya Gökalp Türkçülüğünü “dili dilimden, dini dinimden” diyerek tanımlıyordu. Biliyorsunuz Ziya Gökalp 1924 yılında Cumhuriyet kurulduktan bir sene sonra ölmüştür. Bu sene de 90. ölüm yıldönümüdür. 48 yaşında çok genç ölmüştür. Bu kısa ömre rağmen bence şu ana kadar o aşılmamıştır. Şimdi birtakım insanlar Ziya Gökalp için “Kürt’tü” gibi iddialar ortaya atmaktadırlar. 1922 yılında İzmit’te linç edilen Ali Kemal ki Milli Mücadelenin en aleyhinde olan isimdir, Ziya Gökalp’e “Sen Kürtsün ama Türkçülük yapıyorsun.” demişti. Ziya Gökalp ona uzun bir şiirle cevap vermiştir. Gökalp bu şiirin sonunda “Türklük hadimine Türk değil diyen, soyca Türk olsa da piçtir, Türk değil” demiştir.

Onun için bizim Türkçülüğümüzde asla ırkçılık yoktur. Biz Türk’üz dediğimiz zaman birtakım insanlar maksatlı olarak “siz ırkçılık yapıyorsunuz” demektedirler. “Türk’üm” demek neden ırkçılık olsun ki? Birisi “ben Kürdüm” dediği zaman ırkçılık olmuyor da “ben Türk’üm” denildiği zaman ırkçılık olmaktadır! Böyle bir şey olmaz.

Mesela Mehmet Akif Ersoy, baba tarafından Arnavut, anne tarafından Türk’tür. Türk milliyetçilerine göre ise Mehmet Akif en büyük Türk şairlerinden biridir. Bir ayırma tavrı söz konusu değildir. Mehmet Akif İstiklal Marşı’nda “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal” diyor. Burada ırk derken de Türk milletini kastetmiştir. Bu da gayet açıktır. Ama birtakım İslamcılar, Mehmet Akif’i de safdışı bırakmak için uğraşıyorlar. Bunlar maksatlı hareketlerdir ve her zaman da böyle olacaktır.

TÜRKSOLU: Peki “Türkler” derken sadece Türkiye’deki Türkleri mi kastediyorsunuz yoksa daha geniş bir tanımlamayı mı göz önüne alıyorsunuz?

Yücel Hacaloğlu: Türk derken biz dünya üzerindeki bütün Türkleri kastediyoruz. Türkçülük derken de bunların kültür birliğini kastediyoruz. Bugün altı tane bağımsız Türk devleti vardır ve her birinin alfabesi farklıdır. Dünyada başka hiçbir millet yok ki alfabeleri farklı olsun. Böyle şey olmaz. Bunu 130 sene evvel İsmail Gaspıralı “dilde, fikirde, işte birlik” diyerek kendi çıkardığı Tercüman gazetesinde ortaya koymuştu. Gazete Doğu Türkistan’da Urumçi’de de satılıyordu, Taşkent’te de, Kahire’de de, Selanik’te de, İstanbul’da da satılıyordu. Kırım’da da tüm Türk dünyasında da büyük işler yapmıştı. Büyük bir adamdı. Türkiye’de ise tanıtılmamıştır. Birtakım İslamcılar, Prof. Alaattin Yalçınkaya gibi isimler, onun Rus ajanı olduğunu yazacak kadar da ileri gitmişlerdir.

TÜRKSOLU: Sizce bu konuda Atatürk’ün duruşu neydi? Atatürk’le Türkçülük arasında bir bağ var mıydı? Atatürk Türkçü müydü değil miydi?



1938’e kadar ülke Türkçülükle yönetildi

Yücel Hacaloğlu: Bana göre İttihatçıların iktidarda bulunduğu dönem ile Atatürk’ün 1938 yılındaki ölümüne kadar olan dönem arasında devlet Türkçü bir anlayış içerisinde idare edilmiştir. Bunu tabii kendi fikrim olarak ortaya koyuyorum ama bu kanaate birçok arkadaşımız da iştirak etmiştir. Atatürk Hatay’da önemli bir Arap nüfusun olduğunu, Türkçenin nispeten az konuşulduğunu bilmiyor muydu? Ama burası ile ilgili verdiği beyanatta “kırk asırlık Türk yurdu yad ellere bırakılamaz” diyordu.



Bir insan “ben kendimi Türk hissediyorum” diyorsa tartışma bitmiştir

Milli Mücadele döneminde 200 bir asker kaçağı vardır. Memleketin yiyeceği içeceği, Ordu’nun mühimmatı yoktur. Yeni bir devlet ortaya çıkarken Kürtçülük o zaman da ayaklanmalarla buna karşı savaşmaktadır. Bu isyanların arkasında da Batı devletleri, İngiltere ve Fransa var. Bu noktada Atatürk, Türkçülüğü çok güzel ifade etmiştir. “Ne mutlu Türk’üm diyene” demiştir, “ne mutlu Türk olana” dememiştir. İnsan menşe itibariyle Arnavut, Gürcü vs. olabilir. Bu hiç önemli değildir. Kendinizi ne hissediyorsanız osunuzdur. Bir insan “ben kendimi Türk hissediyorum” diyorsa tartışma bitmiştir. Bu kadar açıktır.

Atatürk o dönemde birtakım arayışlara da girmişti. Güneş-Dil Teorisi gibi çalışmalar yapıldı. Bu teori üzerine birtakım insanlar kitaplar yazdılar. Hazım Naim Onat adlı bir hekim “Arapça’nın Türk Diliyle Kuruluşu” başlığıyla bir kitap bile yazmıştır. Atatürk yine o dönemde Türk Tarih Kurumu’nu kurmuştur. Türk milletinin sadece Osmanlılardan bu tarafa var olan bir millet olmadığını, Selçuklular, Karahanlılar ve diğer Orta Asya Türk devletlerinden bu yana geldiğini savundu. Ve bana göre bunları yapmakta da haklıydı.

1932’de I. Türk Tarih Kurultayı’nda Orta Asya’da büyük bir deniz olduğu, bunun kurumasından sonra insanların buradan dünyaya dağıldığı ve hepsinin de Türk olduğu tezleri savunuldu. Zeki Velidi Togan da bu fikre karşı çıkmıştı. O dönemde üniversiteler Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlıydı. Togan’ın bu muhalefeti Atatürk’ün dikkatini çekmişti ve kim olduğunu sordurmuştu. Başkurdistanlı olduğu söylenmiştir. Atatürk bu muhalefete biraz sinirlenmişti.

Ben bu konuyu Zeki Velidi’nin kendisinden dinlemiştim. Bu tartışma üzerine Fuat Köprülü’nün asistanı olan Nihal Atsız ve arkadaşları bir telgraf çekiyorlar. Nihal Atsız öğrenciyken Türkiye’deki yer adlarıyla ilgili bir yazı yazmıştır. O zamanlar üçüncü sınıftadır. Bu makale Fuat Köprülü’nün dikkatini çekmiştir ve Atsız’ı kendisine asistan almıştır. Atsız ve arkadaşlarının çektiği telgraf Zeki Velidi’yi savunuyordu. “Hocamızın dediği doğrudur, onun izindeyiz” demişlerdi. Bu tartışma sırasında Reşit Galip, Zeki Velidi’yi üniversiteden uzaklaştırmış, o da Almanya’ya gitmiştir.



Atsız “Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet tek devlettir” diyordu

TÜRKSOLU: Peki Nihal Atsız’ın genel olarak tavrı nasıldı?

Yücel Hacaloğlu: Nihal Atsız 1933 yılında Atsız adında bir dergi çıkarmıştı. O dergide liseler için yazılan tarih kitabını tenkit etmişti. Yanlış bulduğu kısımları belirtmişti. Atsız tarihte Türklerin iki devlet kurduğunu söylüyordu. Bir tanesi orta Asya’da, Türkistan’daydı. “Bu halen münkarizdir”, yoktur diyordu. İkincisi ise 1040 Dandanakan Meydan Muharebesi ile başlayan süreçle kurulan devlettir. Yani Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti bir devlettir diyordu. Yöneticiler, hanedan ve yönetim biçimleri değişse de millet aynı millettir. Dili, din, kültürü aynıdır. Bu fikirler o günkü şartlar altında çok hoş karşılanmamıştır.

Türkiyat Enstitüsü, Üniversiteye bağlıydı. Reşit Galip, Atsız’ı buradaki asistanlık görevinden alarak 1934 yılında Malatya Ortaokulu Türkçe öğretmenliğine tayin etmiştir. Orada beş ay kadar kaldıktan sonra İstanbul’a gelmiştir. Öğretmenliğe devam etmiştir. Devlet kendisine maalesef görev vermemiştir. Nihal Atsız da özel liselerde çalışmıştır. 1949’da sınıf arkadaşı Tahsin Banguoğlu Milli Eğitim Bakanı olunca onu Haydarpaşa Lisesi tarih öğretmenliğine tayin etmiştir.

1944 yılında başına gelenler malumdur. Sadece Nihal Atsız değil o dönemde Bandırma’da üsteğmen olan Alparslan Türkeş, Zeki Velidi Togan, Orhan Şaik Gökyay, Necdet Sancar gibi isimler hükümeti devirme iddiasıyla bir buçuk sene kadar hapsedilmişlerdir. Nihal Atsız da altı seneye mahkûm olmuştur. 1947 yılında Askeri Yargıtay’ın hükümleri bozması ile beraat etmişlerdir. Böyle bir maceraları da olmuştur o sırada. Yani o devirdeki yönetim Türk milliyetçilerinden intikam almıştır. Bunu açıklıkla söyleyebilirim.

Bu arada Nihal Atsız görevli olarak Süleymaniye Kütüphanesi’ne verilmiştir. 3 Mayıs 1952 tarihinde ise Ankara Atatürk Lisesi’nde bir konferans vermiştir. O konferansta; “siz Türk gençleri Göktürk kıyafetinde büyük Türk padişahlarının türbeleri önünde yapacağınız resmigeçidin ihtişamını tasavvur ediyor musunuz?” diye sormuştu. Bu sözlerin Kılık-kıyafet Kanunu’na ve Atatürk ilkelerine aykırı olduğu iddia edilerek o günkü gazetelerde Atsız aleyhine tahrikler yapılmıştır. Görevli olduğu liseden alınıp Kütüphane’nin tasnif memurluğuna verilmesi de böyle olmuştur. 1969 yılında emekli olmuş, 11 Aralık 1975’te de kalp kriziyle vefat etmiştir.



Haftada iki-üç günüm Atsız’la geçerdi

TÜRKSOLU: Nihal Atsız’ı şahsen tanıdınız mı?

Yücel Hacaloğlu: Ben cenazesine de katılmıştım. İstanbul’da on beş senemin haftada iki ya da üç günü Nihal Atsız’la beraber geçerdi. Evine de Süleymaniye Kütüphanesi’ne de giderdim. Bana göre Nihal Atsız her şeyden önce Türk tarihini çok iyi bilen bir adamdı. Sıradan bir kişi değildi. Türkçe’yi çok iyi kullanırdı. 1967’de çıkardığı Ötüken dergisinde dört makale yazmıştı. Bu makalelerde Türkiye’de Kürtçülük olduğunu, Türk milletinin ayranının kabarmasını beklememek lazım geldiğini, Türk’üm demeyenlerin bu memlekette yerinin olmadığını bu yazılarda belirtmişti. Kürtler de devlet kurmak istiyorlarsa Madagaskar’a gitsinler demişti. Buraları biz kanımızla aldık, ancak kanımızla veririz diyordu. Makalelerin özü buydu. Bundan dolayı açılan davada ağır ceza mahkemesi ikiye bir oyla Atsız’ı mahkûm etmiştir. Böylece 74 yaşında hapse girmiştir.

Evvela Üsküdar’daki Toptaşı Cezaevi’nde yattı. Orada kendisini ziyaret ederdim. Sonra da Bayrampaşa Cezaevi’nde kaldı. Hapse girmesi üniversitelerdeki milliyetçi hocalar tarafından infialle karşılandı. Bunlar bir bildiri hazırladılar. O dönemin Cumhurbaşkanı olan Fahri Korutürk de cezayı affetmiştir. Zaten hastaydı ve çıktıktan altı ay sonra da ölmüştür.

Şiir kitapları vardır. Yolların Sonu önemlidir. Ötüken Yayınevi kitaplarının on beş kadarını yayınladı. Nurcuların aleyhinde yazıları vardır. Nihal Atsız, inanan bir adamdı ama bu yobaz taifesini gördüğü zaman da tepesi atardı. Bu yobazlara karşı bir tavırdı. Yobazlık bugün olduğu ve yarın olacağı gibi Türkiye’de dün de vardı.

Geçen günlerde burayı ziyaret eden İslamcı bir kişi, Ziya Gökalp’i kastederek “bu Kürdün burada ne işi var” demiş. Madem Müslümansın neden ayırt edersin? Farz edelim ki Ziya Gökalp Kürt olsun. Ben ona bakmıyorum ki eserlerine bakıyorum. Ziya Gökalp öleli 90 sene oldu ama hâlâ kitapları satılıyor, bütün milliyetçi kuruluşlarda anılıyor.

TÜRKSOLU: Nihal Atsız’ın Rıza Nur’la ilişkisi neydi?

Yücel Hacaloğlu: Nihal Atsız, Rıza Nur’un evlad-ı manevisiydi. İlk Maarif Vekilidir. Fakat 1926’da Atatürk’le arası açılarak Türkiye’yi terk etmiştir. Hatıralarını Fransa’daki Bibliotheque Nationale’e ve İngiltere’ye elli yıl sonra açılmak üzere bırakmıştır. Bunlar 1967’de yayınlandı. Burada Atatürk’e çirkin ve asla tasvip edilmeyen birtakım sözleri vardır. Ben Rıza Nur’u yazılarıyla severdim. Ama yazılarını okuduktan sonra ondan tamamen soğudum. Bir tarihçi asla böyle hüküm vermez.



Milli Mücadele’ye katılan 19 paşadan sadece Atatürk önderlik etti

Çünkü bana göre ve arkadaşlarımızın çoğunun kanaatine göre Atatürk, bir dahidir. Milli Mücadelede on dokuz tane paşa vardı. İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir ve diğerleri…

Ama içlerinden bir tanesi sivrilmiş ve hepsinin koordinatörlüğünü yapmış ve Milli Mücadele’nin kazanılmasını sağlamıştır. Bu Atatürk’tür. Bu nedenle o bir dahidir.

Milli Mücadele’den sonra yeni bir devlet kuruldu ve inkılâplar yapıldı. Bunların içinde yanlış bulduklarımız, tenkit ettiklerimiz olabilir. Ama düşmanlık asla!

Fuat Köprülü, Sadri Maksudi Arsal, Celal Bayar eski harflerin kaldırılmasına karşı çıkmışlardı. Hatta Japonya’dan, Çin’den misal vermişler. Peki, bugün eski harflere dönmek isteyen var mıdır? Belki vardır ama son derece yanlıştır. Bu harfleri milletimiz kabul etmiştir ve bunlar bizim harflerimizdir.

Bana göre mesela dini mekteplerin kapatılması yanlıştı. Çünkü bunların olmadığı yerde yobazlar ortaya çıkmıştır. Hâlbuki ilahiyat fakülteleri varlığını sürdürseydi, aydın din adamları yetişecekti. Atatürk’ün Türk musikisini yasak etmesi de yanlıştı. 1926-1932 arası yasaktı. Ama kendisi oturduğu zaman Safiye Ayla’yı, Münir Nurettin’i, klasik Türk müziğini dinliyordu. Tabii ki tarihi hadiseleri kendi şartları içerisinde değerlendirmek gerekir.

Vaktiyle Recep Peker ki CHP genel sekreterliği ve başbakanlık yapmıştır, inkılâp tarihi dersinde diyor ki “Osmanlı padişahları otuz altı taneydi, bunlar biraz akıllı olsaydı da üçer tayyare alsaydı bugün bizim sıkıntımız olmazdı”.

Yine Türkçü ve Siyasal Bilgiler hocası olan Mahmut Esat Bozkurt, Fatih’i anlatırken “çok iyi, dürüst, cesurdu ama bir kusuru vardı o da padişah olmasıydı” diyor. Bunları tarihi kendi şartları içinde değerlendirmemenin örnekleri olarak veriyorum. Yani Batılılaşma dönemi içinde birtakım yanlışlar olmuştur ama zaman içinde bunlar törpülenmiştir, düzelmiştir. En önemli olan gençlerin milli şuurla yetişmesinin sağlanmasıdır.




VEFAT-HABER

Yücel Hacaloğlu'nu kaybettik
6 Ocak 2018

Eski Türk Ocakları Genel Sekreteri ve Genel Başkan Yardımcısı Yücel Hacaloğlu vefat etti.

Türk Ocakları Genele Merkezi Hacaloğlu'nun vefatıyla ilgili şu açıklamayı yayınladı:

Eski Türk Ocakları Genel Sekreteri ve Genel Başkan yardımcısı, değerli büyüğümüz Yücel Hacaloğlu Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Ailesine, camiamıza ve her daim hizmetinde olduğu Büyük Türk milletine başsağlığı, merhuma Allah'tan rahmet diliyoruz. Mekânı cennet olsun.

Merhumun cenazesi (8 Ocak 2018) Pazartesi öğle namazına müteakip Kocatepe Camiinde kılınacak olan cenaze namazının ardından Gölbaşı mezarlığında defnedilecektir.








TÜRK DÜNYASI-TURAN biyografimarket'te









www.biyografi.net (Binlerce Biyografi)