Biyografi Ara!

Binlerce biyografi keşfedilmeyi bekliyor

Orhan Okay

akademisyen, yazar

Sayfayı paylaş
İlgili Kategoriler
Orhan Okay
Orhan Okay     (1931)-(2017)
akademisyen, yazar

1931 yılında İstanbul'da doğdu. Vefa Lisesi'ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'nun Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu (1955).

Artvin ve Diyarbakır liselerinde öğretmenlik yaptı.

1959 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne asistan olarak girdi. 1962'de Yeni Türk Edebiyatı doktoru, 1975'te doçent, 1988'de profesör oldu.

36 yıl çalıştığı Erzurum'dan 1994'te ayrılarak Sakarya Üniversitesi'ne geçti. 1996'da kendi isteğiyle emekliye ayrıldı.

İslam Ansiklopedisi'nde redaktör olarak çalıştı. Fatih Üniversitesi'nde ders verdi.

Çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanmış dört yüz kadar makale ve deneme yayını bulunmaktadır.

13 Ocak 2017 tarihinde İstanbul'da vefat etti.

ESERLERİ:

Sanat ve Hayat, Abdülhak Hamid'in Romantizmi, İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti Beşir Fuad, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi, Şeyh Galip-Hüsn ü Aşk, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Mehmed Akif, Necip Fazıl Kısakürek, Kültür ve Edebiyat Dünyamızdan, Konuşmalar.


ESER-AYRINTI

Silik Fotoğraflar
Orhan Okay
Ötüken Neşriyat

Portreler kitabı...
Orhan Okay, hocaları Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan gibi edebiyat tarihine edebî bir tad ve zarif bir deneme lezzeti getiren değerlerimizden. Yazıları zevkle ve dikkatle okunan Okay, idealist bir üniversite hocası olarak hayatının büyük bir bölümünü Anadolu’da geçirip binlerce öğrenci yetiştirirken, İstanbul ve İstanbullu dostlarıyla gönül bağını hiç yitirmedi. Hocanın son eseri “Silik Fotoğraflar”da, İstanbul zarafetini şahsında temsil eden şahsiyetlerin resmi geçidi var adeta. Yakın dönem ilim ve edebiyat âlemimizin seçkin simâlarını yakından tanıyan Okay, onların ruh, kafa ve beden suretlerini de ortaya çıkarıyor ve okuyucusuna sunuyor.

Yazar, “Silik Fotoğraflar”ın sadece bir portreler kitabı olmadığını belirttiği önsözde, “Burada portrelerini ve bazı özelliklerini verdiğim kişilerden bazıları ile hayatta sadece birkaç kere karşılaştım; bazılarıyla ise daha yakından, hocalık-öğrencilik, arkadaşlık ve dostluk ilişkilerim oldu. Kendilerine yetişemediğim birkaçı ile kitapları, hakkında anlatılanlarıyla haşır-neşir oldum, böylece onlarla da kafa ve gönül dostluğumuz olmuş demektir” diyor.

Kimler yok ki?
NurettinTopçu, Hüseyin Avni Ulaş, Hasan Basri Çantay, Rahmi Eray, Mehmet Akif, Celâleddin Ökten, Abdülaziz Bekkine, Tahir Olgun (Tahirü’l Mevlevî), Ali Nihad Tarlan, Mehmet Kaplan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nihad Sami Banarlı, Kaya Bilgegil, Halim Özyazıcı, Halûk İpekten, Yahya Kemal, Necip Fazıl Kısakürek, Asaf Hâlet Çelebi, Peyami Safa, Reşat Nuri Güntekin, Reşat Ekrem Koçu, İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Kilisli Rifat Bilge, Süheyl Ünver, Seyfettin Özege, Osman Nuri Ergin, Hafız Mehmet Kara, Kesriyeli Sıdkı Akozan, Halife Abdülmecid Efendi...


HABER

Kaplan'ın izinde
5.05.2012

Fatih Üniversitesi, 'Büyüklere Vefa Programları'nın 3.sünü Prof. Dr. Orhan Okay için gerçekleştirdi. Akademisyen ve yazar öğrencilerinin hocayı anlattığı programda üzerinde durulan ortak nokta, Okay'ın kelimenin tam anlamıyla bir 'hoca' oluşuydu. Önceki gün, hocaların hocası Prof. Dr. Orhan Okay için, kuruluşunda büyük emek verdiği Fatih Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi'nde bir vefa programı düzenlendi. Okay'ın da hazır bulunduğu etkinlikte akademisyen ve yazar öğrencileri, hocayı anlattı. Okay'ın akademisyen ve yazarlığından çok kelimenin tam anlamıyla bir 'hoca' oluşu üzerine duran konuşmacılar, onun öğrencileriyle kurduğu iletişime vurgu yaptılar. Orhan Hoca'yla ilgili konuşanlar arasında 60 yıllık dostu Prof. Dr. Kemal Eraslan da vardı. Birinci oturumun başkanlığını da yapan Eraslan, "Çağdaşımız neredeyse kimse kalmadı. Giderek yalnızlaşıyoruz." derken, vefa programını izlemeye gelenler koca salonu doldurmuştu.

Programı Zambak Yayınları'yla birlikte düzenleyen Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü Başkanı Doç. Dr. Yusuf Çetindağ'ın, hocasının adını verdiği oğlu Orhan, kısa bir konuşma yaptı. "Babam bana sizin adınızı verdi. Çok önemli çalışmalar yapmışsınız. Onları anlayacak yaşta değilim ama anladığım kadarıyla büyük bir insansınız." diyen küçük Mehmet Orhan, bütün salon adına hocanın ellerinden öptü.

Programın ilk konuşmacılarından Fatih Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Fahrettin Gücin, 1996'da Fen Edebiyat Fakültesi'nin kuruluşunda Okay'ın rolünden bahsetti: "O dönemdeki kaygı ve korkularımızı, herkesin 'Orhan Hoca var, merak etmeyin' demesi hafifletmişti." Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turan Karataş ise "Babamdan sonra üzerimde emeği olan değerli bir şahsiyet." diye tanımladığı hocasının sadece bilimsel çalışmalarında yol gösterici olmadığını, insanî ilişkilerde de rol modeli olduğunu anlattı.

Prof. Dr. Mehmet Törenek, Okay'ın hocaları Tanpınar'ın sanat adamı, Mehmet Kaplan'ın bilim adamı olduğuna vurgu yapan Törenek, Orhan Okay'ınsa gönül adamı olduğuna dikkat çekti. Doç. Dr. Yılmaz Daşçıoğlu onun muhatabını yüceltmesinin ve daima gözünün içine bakarak konuşmasının ayrıcalığını anlattı. Konuşanların ortak görüşü, Orhan Hoca'nın bu insanî yönleriydi.

Adını oğullarına verdiler

İkinci oturumu yöneten Prof. Dr. Mehmet Tekin de Hoca'nın adını oğluna verdiğini söyledi. Yazar Mehmet Doğan ise hocasının ilk kitabındaki 'Sanat ve Hayat' başlıklı yazısından bir bölüm okudu. Doğan, bu yazıda ifade ettiği gibi Hoca'nın hayata koşanlardan olduğunu söyledi. Prof. Dr. Âlim Kahraman Prof. Dr. Kenan Erdoğan, Prof. Dr. Dilaver Düzgün, Yard. Doç. Dr. Sezai Çoşkun da Okay hakkındaki görüşlerini dile getirdi. Programın düzenleyicilerinden Yard. Doç. Dr. Betül Coşkun, konuşmasında, eşi hasta olmasına rağmen geldiği için Orhan Okay Hoca'ya teşekkür etti ve "Bilim öğrenme, ahlaklanma sürecidir. Ben merkezli algıların yoğun olduğu bir ortamda öğrencilerin elinden tutmak bir ayrıcalıktır. Orhan Hoca, hepimize araştırmalarında yol gösterici oldu." dedi.

Neredeyse felsefeci olacaktı

"Hayatımda unutamayacağım bu saatleri bana yaşattığı için Fatih Üniversitesi'ne teşekkür ediyorum." diyen Orhan Okay, edebiyat okumasının hikâyesini şöyle anlattı: "Dünyaya bir daha gelsem yine edebiyat öğretmeni olmak isterdim. Lisede kaydımı felsefe bölümüne yaptırdım. Bir gün Kadıköy İskelesi'nde lise hocam Behice Kaplan ile karşılaşana kadar felsefe tahsili yapıyordum. Behice Hoca'nın yanında eşi Mehmet Kaplan ve başka öğretmen arkadaşları vardı. Eşine, 'Orhan idealist bir genç, felsefe okuyor, hoca olarak tayin edilebilecek mi?' diye sordu. O gün, orada, Kadıköy İskelesi'nin üst katındaki çaycıdaki heyet tarafından, yeni açılan Yatılı Yüksek Öğretmen Okulu'na kayıt yaptırmam kararlaştırıldı. 'Bu okulda yatılı okunduğu için mecburi hizmet olur ve öğretmen olur' denildi. Bitirince Artvin'e tayinim çıktı. Öğretmenlik yaparken, Erzurum'da açılan Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin kurucusu Mehmet Kaplan'dan bir mektup aldım. Kaplan hocamdan asistanlık teklifi almasaydım çok sevdiğim öğretmenliğe devam ederdim. Ama kader beni akademik çalışmalara yönlendirdi ve şimdi buradayım."


HABER

Orhan Okay'a vefa
03.05.2012

Fatih Üniversitesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Dialog Avrasya Kulübü, Büyüklere Vefa Programı'nın 3.sünü Prof. Dr. Orhan Okay için gerçekleştirecek. Bugün 12.00-17.00 saatleri arasındaki iki oturumlu panele Okay'ın çalışma arkadaşları ve öğrencilerinden oluşan geniş bir konuşmacı grubu katılacak. Orhan Okay'ın hocalığının 53. yılının kutlanacağı panelde, müzik dinletisi de olacak. (0212 866 33 00)



HAKKINDA YAZILANLAR

Türk Edebiyatı'nın büyük ismi ORHAN OKAY DA GİTTİ
A Yağmur Tunalı
13 Ocak 2017

Yeni Türk Edebiyatı alanının açık ara -yaşayan- en büyük ismiydi.

Edebiyat tarihi ve tenkîdinde ölçüyü temsil ederdi.
İsimler ve eserler üzerinde titiz çalışır, çok yönlü kıyaslamalarla fikrini sağlamlaştırırdı.
Namuslu adamdı.

Değerlendirmelerinde hep bu dürüst , bilgili ve yüksek ahlâklı adam gülümser.

Eserleri de bu karakter adamını düşündürür.
Beşir Fuad'dan Mehmed Âkif'e, Ahmet Hâşim'den Necip Fâzıl'a kadar ele aldığı her edebî ismi işleyişi, haklarında vardığı hükümler bir büyük kültür bakışının eseridir.

Âkif'le ilgili eserine "Mehmet Âkif: Bir Karakter Heykelinin Anatomisi" demesi, kendi yaşama üslûbu ve şahsiyeti hakkında söyleneceklerin şifrelerini duyurur.

Ondan bize bu sağlam bakışlar ve yüksek karakteri kaldı.

Son yıllarda, memleketin durumu ve akademik çevrelerin tabasbusu hususunda çok dertlendiğini yakınlarından biliyorum.

Dertli adamdı.
Tavizsiz ahlâk adamıydı.
Kendisine teklif edilen pek çok işi geri çevirmesi üzerinde de ahlâk salâbeti açısından ayrıca durmak lazımdır.

Bir özel notu da burada mahcubiyetle vermek ihtiyacındayım:
İki ay kadar önce yine hastahaneye kaldırılmış.
Kubbealtı Vakfı Mütevellî Heyet Başkanı Sinan Uluant Bey aradı.

Eşi Zeynep TC Zeynep Göze Uluant hanımla ziyaretine gitmişler.
Başucunda Gittiler kitabımın durduğunu ve yarısının okunmuş olduğunu söyledi.

Hastayken bile en yeni eserleri seçerek takib etmek alışkanlığını devam ettirdiğine örnektir.
Pırıl pırıl bir Türkçe'si vardı.
İlmin kuruluk demek olmadığını onun yazdıklarında görürüz.

Zengin ve estetik bir dil kullandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
(Uzun yıllar Erzurum'da beraber çalıştığı Kaya Bilgegil gibi.)

İlmin soğukkanlılığı içinde yazdıklarında kendisi vardır.

Onun için değerlidir ve yarına da bu canlılığıyla kalacaktır.

Sevgili oğulları Fuad ile Cüneyd'e, gelini Yeliz'e (Yeliz Okay) ve torunu Ediz'e tâziyeler gönderiyoruz.
Aziz Hocanın aziz rûhu şâd olsun!


VEFAT-HABER

Prof. Dr. Orhan Okay vefat etti!
13 Ocak 2017

Tedavi gördüğü hastanede yaşama veda eden Okay için 14 Ocak 2017 tarihinde Fatih Camisi'nde öğle vakti cenaze namazı kılınacak. Okay'ın cenazesi, daha sonra Topkapı Çamlık Mezarlığı'na defnedilecek.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Abdullah Uçman, çok üzgün olduğunu belirterek, "Aniden, beklenmedik bir kayıp oldu. Geçen haftaya kadar beraberdik. Çok şaşkın ve üzgünüz." dedi.

HAKKINDA YAZILANLAR

Sessiz İrşad Üzerine Hafıza Yoklamaları
Bekir Sıddık Soysal
facebook 14 Ocak 2025
Dergâh, Kasım 1998, sayı: 105, Journal Of Turkısh Studies, Türklük Bilgisi Araştırmaları(Harvard Üniversitesi yayını)2005 /Orhan Okay Kitabı, Dergâh yayınları: 2011

O’nu tanımam altmışlı yılların başında, ya da ortalarında bir tarihe rastlar. O yıllar Atatürk Üniversitesi’nin münevver hocaları, halka açık konferans ve sohbet toplantıları düzenler, bu müessesenin kuruluş misyonuna samimiyetle hizmet ederlerdi.
İşte bu konferanslardan birini dinlemek üzere, kültür meselelerinde iddialı bir arkadaşımla Erzurum Halk Eğitim Merkezi salonuna gittik. Sesi, edâsı ve üslubu ile konuşmacı ilk defa rastlayıp dinlediğim halde beni derinden etkilemişti. Arkadaşıma soran gözlerle bakınca o, büyük bir ferasetle meramımı anladı ; “ Edebiyat Fakültesi’nin genç hocalarından Orhan Okay “dedi.
Daha sonra Orhan bey’in Milliyetçiler Derneğinin ikinci dönem kurucularından - yazılarından henüz tanıdığım ve mânen bağlılık duyduğum- Nurettin Topçu Hoca’nın yakın talebelerinden biri olduğunu öğrendim.

Hemşin Pastahanesi, Gündoğdu Palas Kıraathanesi, İstanbul Oteli Kırathanesi ve 1960’ların Millet Partisi gibi Erzurum’un zihin sancıları yaşatan, bir manada halk irfanının tedris edildiği çevrelerinde, çocukluk ve ilk gençliğimi yaşamak, bu alt yapı ve donanım, hemen hepsi üniversite muhitlerinden -hatta bazıları talebe liderliği konumunda – mektepli arkadaşlarla, alaylı bir tecessüs ve ihtirasla bulunma cüreti, beni kısa zaman sonra Orhan Okay Bey’le ve Erzurum’un entelektüel vasıfta deve dişi gibi şahsiyetleriyle tanışma imkanına ulaştırdı.

Erzurum A.Ü. Edebiyat Fakültesi’nin hocalara ayrılmış kısmında, geniş koridorlara açılan odalarından birini, eşi Mübeccel Hanım’la paylaşırdı. Kapısında öğrencilerle görüşme gün ve saatlerini belirten -daktilo ile yazılmış- prensip ve ciddiyet hissi uyandıran bir not, içeride bakımlı, cins-cins çiçek saksıları, kitap dolu raflar ve duvarları süsleyen çerçeveler göze çarpardı. Bu çerçevelerden bazıları batılı ressamlara ait resimlerin röprodüksiyonu idi. Çerçevelerin üçünde yer alan portreler, fotoğraftı. Ben; İbnül emin Mahmut Kemal İnal’ı, Celaleddin Ökten Hoca’yı ve Nurettin Topçu’yu ilk defa bu fotoğraflarıyla tanıdım. Daha doğrusu ilk iki zatın isimlerini de burada duyuyor ve Orhan Bey’den şahsiyetleri hakkında bilgi ediniyordum. Yazılarından bildiğim Nurettin Topçu’yu da fotoğrafı ile bu odada tanıyordum. Masanın tam karşısına asılmışlardı. Odasında olduğu süre içerisinde, şahsiyeti üzerinde tesirleri olduğunu zannettiğim bu insanlarla hep karşı karşıya idi… İbnülemin’in o kadim zamanların egzotik tesirler uyandıran renkli görüntüsü, Celal Hoca’nın gözlüklerinin ardındaki zeki, derin ve huzur hissi neşreden bakışları, Topçu Hoca’nın mühîb, mahcub ve samimi duruşu zihnime çakılıvermiş, plastik tesirlere müheyya ruhumda ifadede âciz kaldığım akisler uyandırmıştı. Sanki bu cansız suretlerin ruhaniyetinde meydana gelen atmosfer, Orhan bey’in ruh zenginliğinin mütemmimi oluyor ve odaya gelen insanlara; oda sahibinin güzel sesi vasıtasıyla emniyet ve huzur iklimi tesis ederek duygu akımı halinde yansıyordu. İşte bu oda, yıllar yılı hep hüsn ü kabul gördüğüm ve geçen zaman içinde ruhumun pişip biçimlendiği bir pota ve kalıp olacaktı.

Ve evi… O yıllarda bizim Erzurum evi tarzından farklı bir üslubun intibaını edinirdiniz o evde. Muasır şehri çizgilerin dizaynında vücut bulan bir estetik görüntü, güzele meyilli ruhuma bir vaha gibi açılmıştı. Müessese kütüphanesi hacmini aşan bir kitap zenginliği… Özenle seçilmiş biblolar, orijinal yahut röprodüksiyon tablolar, duvarlardan birinde eski konakların cümle kapılarından aşinası olduğumuz ihtişamlı bir geyik başı dal budak sarmış boynuzları ile büyük bir mum çiçeği sürgününe askılık ediyor. Kütüphanenin bir rafında merhum Ahmet Caferoğlu Hoca’nın yiğit duruşlu muzip bakışlı fotoğrafı var. Temizlik, itina ve titizlik neşreden eşyalar… Başka mekânlarda olsa, kesif bir tesirle insanı ezecek, dörtbaşı mamur bir aristokratlık cenderesi halinde kendini hissettirecek atmosfer, bu mekânda farklı bir ruh haleti oluştururdu. Evet bu mekânda bizler, ev sahiplerinin tevazu ve nezaket eksenli hüsn ü kabullerinin sağladığı gönül hoşluğu sebebiyle kendimizi evimizde imişcesine rahat ve mesud hissederdik. O evde tabii seyri içinde ruhumu biçimleyen bir çok sessiz irşad ve terbiye maslahatının gönüllü ve sessiz muhatabı oldum. Bu benim için olduğu kadar çevresindeki birçok insan için de böyle idi. Ben ve arkadaşlarım kendimizi adeta o hane halkının çok yakın bir akrabası gibi hissederdik. Teşrifata ihtiyaç hissetmeden, biraz da gençlik vurdumduymazlığı ile sıkça giderdik.

Evlendikten sonra eşimin de hocası olması dolayısıyla ailece görüştük.

Çocuklarım benden daha şanslı idiler… dünyayı kavramaya başladıkları andan itibaren bu sessiz terbiye ve irşad maslahatının ruh zemininden istifade ettiler. Anne ve baba tarafından dededen mahrum olan çocuklarım, Orhan Bey’in şahsında mükemmel, müşfik ve mümtaz bir Dede’yi temessül ettiler. Çünkü o, mesafeli, yüz-göz olmayan ama samimi ve müşfik, eski zamanların “baba” tabında ilan etmeden, sessizce seven ve sessizce veren idi.

Fakültedeki odasında Hoca ile sohbet ediyoruz. Bir ara yandaki odadan haykırışlar, bağışmalar, küfürleşmeler, galiz ve çirkin isnatların peş peşe sıralandığı sesler soluğumuzu kesiyor. Kendimizi anında sanki şeytanın soluğu ile üflenen mübtezel bir fırtınaya yakalanmış gibi hissediyoruz. Bu seslerden biri Hoca’nın oda komşusu olan bir profesörün, diğer ses ise üniversitenin üst düzey bürokratlarından birinin imiş. Çevreden koşuşturmalar, yatıştırma gayretleri v.s… Bu hadise, hayatın normal akışı içinde karşılaşılabilecek nahoş rastlantılarından biri… Ancak, Hoca’nın odasında bulunanları bu çirkin kavgadan daha çok müteessir eden bir şey var… Orhan Bey’i orada ayakta yüzünde şaşılacak şiddette hayret , utanma ve üzüntünün terkibi bir mahcubiyet ifadesi ile adeta donmuş, kanı çekilmiş halde, müheykel bir hicab abidesi gibi görünce titrediğimi hatırlıyorum. Edeb kavramının tecessüm etmiş halini görüyordum karşımda. Ve bu hal gözümün önünden hiç gitmedi. Benzer hadiselerle tekrar edip, edeb vasfının altını çizdi. İrşâd sessizce ve biteviye maslahatını icra ediyordu.

Onun yüzünde asla öfke ve şiddet ifadesi okuyamazsınız. Umumiyetle yumuşaklığın, müsamaha ve sevginin aydınlığını görürsünüz. Bu ifade zaman-zaman taaccüb endişe, şaşkınlık ve hicab halinde farklılaşır. En son Hoca’nın yüzündeki bu farklı ifadeyi, bir televizyon kanalında dilimizi konu alan bir tartışma programında okumuştum. Muhatablar arasında ülkemizin iki şöhretli yazarı da var… Şöhretlerini nakzeden garip, hatta cahilâne mantıkları karşısında Hoca’nın yüzü program yönetmenini de etkilemiş, onlar konuşurken Orhan Bey’in bu şöhretlerin cahilliği karşısındaki üzüntü ile derinleşen şaşkınlık ifadesini zumlayıp yayına taşıyarak programını zenginleştirme kabiliyetini göstermiş, sessiz irşâdı kitlelere de taşımıştı.

Sene 1968… Türkiye’de fikri ve kültürel yoğunlaşma ve iddiaların kitlelere taşındığı, toplumumuzda büyük sarsıntılara potansiyel oluşturacak kımıldanışların yaşandığı bir sene… İsmini Erzurumlu Emrah’tan alan bir kitabevi açıyorum. Orhan Ağabey’in kitapçılık mâceramda ciddi katkıları oldu. Nakit sıkıntımız oldukça destek verdi. Elindeki her türlü kültürel malzemeyle kitap evimin faaliyetlerini boyutlandırdı. Hemen her gün ülkemizin sosyal ve kültürel gündemine uygun vitrinler düzenlerdik ülke gündemi bir kitapçı vitrinine konu olamıyorsa; kültür ve edebiyat dünyasından, ama özellik ve öncelikle kendi kültür dairemizden o günün tarihi itibariyle kim doğmuş, kim ölmüş, onun adına vitrin düzenlerdik. Orhan Ağabey, elindeki edebiyat ve kültür adamlarına ait zengin arşiv malzemesini, hiç usanmadan bize ulaştırdı. Bu malzeme, eski dergilerde – özellikle Hayat Mecmuası’nın orta sayfasında- yayınlanan sanatkâr ve fikir adamı portreleri ile bu kişilere ait her türlü yayın ( makale,kitap, vb.) ihtiva ediyordu bizde bu alt yapı üzerinde kitapçılıkta pek rastlanamayacak, ticari bir vasatta çevrenin alâkasını celbeden kültür faaliyetleri bina etmiştik… Tabiatıyla bu ilk ticari denemem çok kısa sürdü. Yaklaşık 18 ay kadar. Dağınık, savruk yaşamaya teşne mizacım ticari başarısızlığımın asıl sebebiydi elbette. Ancak o tarihlerde bizim çevremizde okuyan, hele kitap satın alan insan sayısı pek fazla değildi. Emrah Kitabevi kısa süren ömründe mühim bir misyonu yerine getirdi. Çevremizde bu gün münhasıran kültür meseleleriyle uğraşan azımsanamayacak sayıda insan, kitaplıklarının nüvesini, bu kitap evinin tesir ve teşvik atmosferinde temin ettiler.

Böyle bir kitap evi açma fikri de tabiatıyla Orhan Bey’e aitti… O, Ezel Erverdi Bey’i, Ezel Bey’de beni teşvik ederek kuruluş sağlanmıştı. Kitabevi kapanma durumuna düşünce, Hocam ve Ağabey’im beni toparlama yönünde çok uğraştı. Ezel Bey’le birlikte destek vermeye ve sağlamaya çalıştılar. Kendilerini mes’ûl saydılar. Ama bana rağmen beni toparlamaları zordu ve olmadı. Kitap evi kapandı. Sonra bana kitapçılık alanında resmi bir iş temin etti. Kafamda öyle kafak yelleri esiyordu ki hemen toparlanmam mümkün değildi. O işten de kaçtım. O’ndan ne bir sitem ne bir töhmet sadece yardıma müheyya bir büyüğüm olarak sessizce ve uzaktan kolladı beni. Çünkü hamiyet ve muavenet onun en tabii vasıflarındandır. Atatürk Üniversitesindeki hemen ilk yıllarından itibaren, maddi durumu zayıf talebeler için kurduğu fon, ya da sandık vasıtasıyla gönüllü hocalardan topladığı yardımları, bankada açtırdığı hesaba yatırır, talebeler ondan aldıkları çekle gider karşılıksız burslarını alırlardı. Bu külfetli işi, hiç üşenmeden, şikâyet etmeden, katkısı olan herkese hesabını vere-vere 12 Eylül hâdisesinin o dumanlı günlerine kadar sürdürdü. Yardım alanların dahi gereğinden fazla hissetmemesi için verme işini onların en tabi haklarıymış gibi sessizce yürüttü.

Merhamet ve hizmet şuurunun kemâli ile, irşâd ve hamiyet maslahatı, acaba çevresinde bulunanlardan kaç insanın, hangimizin şiarı olmuş turun iç muhasebesinde hep takılı duruyorum.
*
Erzurum Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünün en bahtlı dönemlerinde ben o mektebin önce gayr-ı resmi ,sonra resmi talebesi olarak çevresinden eksik olmadım. İstanbul’dan gelen şöhretli hocaların derslerini konferanslarını hemen hiç kaçırmadım. İstifade etmeye çalıştım. Ali Nihad Tarlan bu vesileyle hocam oldu. O’nun genizden gelen buğulu, tatlı sesi ve fasih, revnaklı Türkçesiyle şerh ve tahlil ettiği o cânım murabbaının tadını aradan otuz yıl geçmesine rağmen ruhumda hâlâ heyecanla hissediyorum:
Perîşan hâlin sordum sormadın hâl-i perişanım
Gamından derde düştüm kılmadın tedbir-i dermânım
Gözüm cânım efendim sevdiğim devletli sultanım

Bu şiiri şerh ettiği dersinde, Türk Edebiyatı eğitimi gören insanlara umumen divan şiiri zevkini, hususen büyük Fuzuli’nin ruhaniyetini, şiir dehasını ve tasavvuf iklimini taşıyan hocalık hünerini, yine onun bu konferanslardan birinde, Mevlana zemininde Nefî’yi, doğum yeri olan Hasankale’de, tasavvufi tarafıyla, yani az bilinen, adeta bilinmeyen tarafıyla tanıma imkânına ulaşmıştık. Yine o derslerden birinde bize, Akif’i şahsiyet penceresinden seyrettirmişti. Ruhlarımızın inşa vetiresinde, bu ruh mimarlarını büyük bir sevgiyle gönüllerimize perçinleyen hocalar hocasını minnetle hatırlıyorum.

Ziyâeddin Fahri Fındıkoğlu, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, mümtaz Turhan gibi büyük âlimlerin sohbetlerinde bulundum. Ayrıca Arnold Toynbee ve Muhammed Hamidullah gibi beynelmilel iki büyük insanın konferans ders ve seminerlerini dinledim.
İşte mektebimizi dıştan destekleyen bu insanların kabını asla boş bırakmayan aslî hocalarımız dolayısıyla Türkiye’de bu sahanın en şanslı talebeleri idik.

Uzun yıllara yayılan gönüllü ve mecburi talebelik yıllarımda, bölümümüzün o münevver, sanatkâr, esprili, âlim kavramının hakkını veren değerli hocalarını da bu vesile ile minnetle hatırlıyorum. Rahmetli Haluk İpekten, Mehmet Akalın Harun Tolasa, Fahrettin Kırzıoğlu ve Selahattin Olcay… Niyazi Akı, Efrasiyab Gemalmaz, Celal tarakçı, Hüseyin Ayan, Şerif Aktaş, Saim sakaoğlu, Orhan Türkdoğan, Nazif Şahinoğlu, Yavuz Akpınar, Mustafa İsen. Turgut Karabey gibi çoğu arkadaşım ve dostum olan hocalar…

Ve Orhan Okay ile rahmetli Kaya Bilgegil; biri doğuştan İstanbullu, diğeri taşralı iki İstanbul efendisi… Bu iki insan, İstanbul’da kaybolan İstanbulluluğu, şehirlisini kaybetmiş Erzurum’da yaşatan örnek İstanbullular idi. Erzurumlu ve Erzurum’daki diğer taşra çocukları, onların şahsında, kaderin de mes’ûd cilvesi ile İstanbulluluğu tedris ve temessül etme fırsatını yakalamış oluyordu. Çünki bu iki insan, esas itibariyle güzeli, evet münhasıran güzelliği; bu kavrama müsemma şahsiyet, üslub, ve üstün ifade kabiliyetleri ile, muallim ve mürebbi maslahatlarının çerçevesini aşan bir mes’ûliyetle talebelerine, onların ufuklarına bir gaye hedef olarak temrin ve tedris ettirdiler ve bu nihai insanlık düsturunu genç insanların eline “kâinatın ve ötelerin altın anahtarı” olarak tutuşturma azmi ile maruf oldular. Ancak bu irade gayretini muhatablarından kaçı fark etmiştir diye de iç burkuntularına takılı duruyorum.
*
60’lı yılların sonuna doğru Anadolu Fikir Derneği’nin Erzurum şubesini açtık. Açılış dolayısıyla düzenlenen Kültür Haftası faaliyetleri arasında yer alan “Fransa’dan İzlenimler” adlı Orhan Bey’in kendi dialarından tertip ettiği dia gösterisinde; sanki profesyonel bir sinema yönetmeninin kurgu ve sinematografi hünerine şahit olmuştuk. Evvela fotoğrafçılığındaki didaktiği, estetik bir seviyeye ulaştıran sanatkârane vizyon… Saniyen, bu yüzlerce fotoğrafın bir senaryo halinde kurgulanması. Salisen, metinsiz, irticali bir anlatım, üslûp ve hitabet halinde sanatlaşıp, ses cevheri ile mûsıkîye dönüşmesi. Bu görüntü ve ses senkronunda tekemmül eden ve saatlerce süren bir sinema keyfi yaşamıştık.

Umumen Fransa’yı ama esas itibariyle Paris’i; coğrafya, sanat tarihi, sosyal hayat, çeşitli insan manzaraları vb. Paris’i yüzyıllardır muhafaza eden şehircilik iradesinin müessesesi olan belediyecilik anlayışını yansıtan orijinal tesbitler. Kültür ve sanat hayatının sokaklara taşan kesafeti kaldırım ve duvar ressamları, sokak ve park müzisyenleri, park hatipleri, vs.-vs. Bütün bu görüntüler içinde hemen her vesile ile bir şeyin altını çizmişti: toplumun bütününe şamil, alelâde hayat tarzı hâlini alan okuma şuurunun… Kaldırım kafelerinde, durakta, otobüste, metroda, parkta hemen her yerde yalnız olduğunda okuyan insan görüntüleri… Hatta Sen Nehri yatağına inmiş, sırtını duvara dayamış ya da nehir yatağının kenar bantları üzerine uzanmış durumda kitap okuyan insanları tesbit eden dikkat karşısında çok etkilenmiştim. Aylakları dahi okuyan bir sosyal yapı… Orhan Bey, seyircilerini bu mesajı ile düşündürmekten de öte sarsmıştı. Paris’i asırlar öncesinin şehir çizgileri ile muhafaza iradesinin arka planıydı belki de bu kitap şuuru.

Orhan Ağabey, yine böyle bir dia gösterisinin keyfini, Eşim Nuran hanım’la ziyaretlerine gittiğimizde evinde yaşatmıştı. Fransız heykeltıraş Rodin gecenin baş ikramıydı. Rodin müzelerinden görüntüler, yine o sinema disiplini içinde, karanlığa açan çiçekler gibi ruhlarımızı aydınlatmıştı. Orada daha önce okuduğum rainer Maria Rilke’nin Rodin biyografisini okurmuşcasına, hatta daha da etkilenmiştim. Rilke’nin şairane biyografik denemesinde Rodin, kâmil eserlerinin ekseninde anlatılıyordu. Orhan Ağabey, Rodin eskizleri müzesinden ( ki büyük bir şatoya kurulmuş) de tesbitler yapmış, bu velûd sanatkârın bir insan ömrüne sığması mümkün olmayan mûcizevî sanat faaliyeti ile bizleri büyülemiş, beynelmilel görgü ve kavrayışını bir misafirlik ikramı olarak bizlere tattırmıştı.
*

Orhan Okay Bey Erzurum’da bizim gibi çifte kavrulmuş Erzurumluları şiddetle kıskandıracak kadar, neredeyse memuriyet ömrünün tamamında, 36 sene hizmet etti. Bir edebiyat âlimi, bir münevver kimlik, üreten bir yazar için menfa günleri gibi kabul edilebilecek ve İstanbul’a nisbetle pasif bir taşra şehrinde, hem de tabii şartları itibariyle hayatın zor yaşandığı bir ortamda, sevgi ve tahammülle iç dünyalara sefer eyledi. Bu taşra şehrinde irşad, hamiyet ve hizmetin serdarı oldu.
Hürmet ve sevgi ile bağlılık duyduğum bir insanı anlatmanın zorluğu, ifade rekâketim sözü bir iktibasla tamamlamamı telkin ediyor…

Ahmed Vefik Paşa Bursa Valisi’dir. Sorarlar: “Paşa devlet adamını nasıl tarif edersiniz?” Paşa, eski dilimizin büyük imkânları içinden bir formül çıkarır. Tarifini bu formüle oturtur. Hepsi mim harfi ile başlayan bir dizi kelime sıralar… Ben ancak bu tarife sığınarak onun şahsiyetini ifade edebileceğimi düşünüyorum.

“Mûteber, mûtedil, mûtena, mûtezim, muvaffak, muvahhid, muvakkid, mübeşşir, mücerreb, müdebbir, müeyyit, müfarık, müfekkir, müeddeb, müferrih, müheyya, mühib, mükrim, mültefit, mümeyyiz, mümtaz ilh.”

Yüksek irtifalardan keskin ışıklar neşreden böylesi vasıfları, nazarları incitmeyecek bir yumuşaklıkla, hayatın sadelik tülü arkasında filtre edip, özümleyerek, davranış halinde yaşatan irade kemali ile abideleşen bir şahsiyetin önünde, sanırım herkes benim gibi daha sâde ve daha kendi olmak isteğini duymuştur.

Hafızamda mazi aynasından geçmiş hayatıma veya yaşanmış başka hayatlara bakarken, bu aynada kendimi, hayatıma tasarruf eden hayatların o kuvvetli bağlarıyla emin ve âsûde, ancak yakıcı bir hüzünle seyrediyorum.
Vesselam.