Goethe .
yazar, şair


Johann Wolfgang von Goethe



28 Ağustos 1749 tarihinde Frankfurt’da doğdu. Varlıklı bir aileden geliyor. Küçük yaşta Fransızca, Latince ve Eski Yunanca öğrendi. Güzel sanatlar ve tiyatroyu tanıdı. 1765 yılında hukuk eğitimine başladı ancak hastalanıp evine döndü. Din ve mistisizmle tanışması bu dönemdedir. İyileşince, hukuk eğitimini Strasbourg’da tamamladı. Dil üzerine araştırmalar yapan Herder’le dostluk kurdu. 1775’de Weimar Dükü tarafından elçilik danışmanlığına atandı. 1782 yılında “von” unvanını aldı. 1786’da Roma’ya giderek güzel sanatlar alanında incelemeler yaptı. Sicilya’da botanikle ilgilendi. Almanya’ya dönüşünden sonra evlendi. Bu sıralarda Jena kentinde ikamet ediyordu ve Schiller’le de burada tanıştı. Yaklaşık on yıl süren dostlukları sırasında, iki yazar olumlu anlamda birbirini her yönden etkilediler. Siyasi karışıklar ve toplumsal patlamalara, 1805’de Schiller’in ölümü de eklenince çok sarsılan Goethe, Jena’dan ayrıldı. Yaşı hayli ilerlemişti, köşesine çekildi. Durmadan yazdı ve hayatının en üretken dönemini geçirdi. 22 Mart 1832 tarihinde Weimar’da öldü.




HAKKINDA YAZILANLAR

Ayıplı bilim olur mu?
Özcan Ünlü
Türkiye 7 Mayıs 2001

Böyle bir ülkede yaşıyoruz biz... Şikayetçi değiliz ama... Sesimiz kısılana kadar sevgimizi haykırabileceğimiz dağların gölgesinde yaşamayı seviyoruz çünkü...
Ah, bir de bu ülkedeki insanlar, birbirlerini dağların, denizlerin, ağaçların birbirlerini sevdiği kadar sevebilse...
Ağlamayı bir onur meselesi haline getirebilse...
Gülmeyi, yorulmadan düşünmeyi...
Düşünen beyinlerine sahip çıkmayı...

‘Yılmaz dışarı!’

Geçen hafta içinde, Alman edebiyatı konusunda yaptığı ciddi araştırmalar, yayımladığı kitaplar, sunduğu tebliğlerle çok iyi tanıdığımız Yrd.Doç.Dr. Bayram Yılmaz’ın görevine son verildiği haberini aldık. Harran Üniversitesi’nde yedi yıldır çeşitli idari görevlerde bulunmasının yanısıra bugüne kadar, özellikle Goethe üzerine yayımlanmış üç eseriyle edebiyat dünyasında adından söz ettiren Yılmaz’ın görevine son verilme sebepleri üzerinde durmak istemiyorum ama gerekçe olarak gösterilen bazı maddelerin tutarsızlığı aklımı karıştırdı. Görevli olduğu bölümde öğrenci olmadığı için böyle bir tasarrufa gidilmesine rağmen hâlâ iki öğretim görevlisinin aynı bölümde tutulması, yayımlanmış eserlerinin dikkate alınmaması, çeşitli panellerde sunulan tebliğlerin gözardı edilmesi, üniversiteye kazandırdığı onlarca kitabın bir kalemde silinip atılması vs... Bilimsel çalışmalar yapmadığı iddia edilen Yılmaz’ın, bu hafta içinde Alman Goethe Enstitüsü’nün davetlisi olarak Almanya’ya (Weimar) gideceğini ve buradaki bir sempozyumda Goethe üzerine tebliğ sunacağını hatırlatmak isterim.

Basit hesaplar

Hepimiz beyin göçünün karşısındayız. Değerli insanların bu ülkeye gerekli olduğunu yazıp-çiziyoruz. Ama gelin görün ki, ucuz hesaplar ve basit gerekçelerle onlarca yılda zor yetişen insanlarımızı küstürmekte oldukça cömert davranıyoruz. Bunu yaparken öne sürdüğümüz ana gerekçelerin arkasında yatan art niyeti de yıllardır anlamıyoruz, anlayamıyoruz.

Dürüstlüğün, hizmet aşkının, samimiyetin yerini küçük hesaplar aldığı günden beri kayıplar ülkesine yeni yolculuklara çıkmadık mı? Bıkmadık mı basit denklemleri çözmek için ana sermayeyi tüketmekten?..

Yrd.Doç.Dr. Bayram Yılmaz, bu ülkenin kendi alanında yetiştirdiği değerli isimlerden biri. O’nu -hangi görünür veya görünmez gerekçelerle olursa olsun- harcayanlar, şimdi kendileri oturup, “Goethe ve İslâmiyet” (Timaş), “Goethe’nin Doğu-Batı Divanı’nda Cennet Bahsi” (Timaş) ve “Doğu-Batı Divanı”nı (İyiadam) hazırlasınlar bakalım!...

Yılmaz’ın eserleri

Harran Üniversitesi’ndeki görevine son verilen değerli bilim adamı Yrd.Doç.Dr. Bayram Yılmaz’ın, edebiyat dünyamıza kazandırdığı üç eserden söz etmek istiyoruz.

Goethe ve İslâmiyet: İslâm dini ve Hz.Peygamber’e olan hayranlığı ile tanınan Alman şairi Goethe, Hristiyan-Batı dünyasında İslâm dinini aslı gibi göstermeyen eserlerin aksine, kendi eserlerinde bu yüce dini diğer bütün dinlerin üstünde tutmuştur. Yılmaz, “Goethe ve İslâmiyet” isimli eserinde bu önemli konuyu ele almaktadır. Kitap, Timaş Yayınları arasında çıktı.

Goethe’nin Doğu-Batı Divanı’nda Cennet Bahsi: Bayram Yılmaz, bu kitabında, Goethe’nin şaheser haline gelmiş olan Doğu-Batı Divanı üzerinde duruyor. Goethe, büyük bir hayranlık duyduğu İslâm dünyasını bizzat gezip, gözlem yapma imkânı bulamamış olmasına rağmen, doğru tesbitleriyle bugün bile okuyanlarını kendisine hayran bırakmaktadır. Bu kitap da, Timaş Yayınları imzasını taşıyor.

Doğu-Batı Divânı: Goethe’nin dünyaca bilinen Doğu-Batı Divânı, bir şaheser olmasının yanısıra, adeta iki dünyanın kavşağı olma özelliğini de taşıyor. Züleyhâ’nın, Hâtem’in, Hâfız’ın sesleri arasında başlayıp biten divân, yaklaşık iki yüzyıl sonra aslından birebir yapılan tercümeyle Türk okuyucusunu selâmladı. Bu kitabın nâşiri ise İyiadam Yayınları...




"Faust"

Ruhunu şeytana satan ünlü bir Alman büyücüsü Dr. Faust'un efsanesinden konusunu alan bu eser Goethe'nin bütün hayatını kaplar.

Faust'un ilk monoloğu ile Wagner'le konuşması, Mephistopheles'in üniversite öğrencisi ile olan sahnesi, Auerbach Meyhanesi sahnesi ve Margarete'nin öyküsü 1773-1775 yıllarında yazılmıştır. Ama Margarete'nin öyküsünde 'Valentin'in Ölümü' ile 'Walpurgis Gecesi' daha o zamanlar yer almış değildir. Bunlar Urfaust adını taşıyan Faust'un ilk biçimini ortaya koyarlar. Bu Urfaust, Goethe'nin ölümünden çok sonra bulunmuş ve 1887 yılında Erich Schmidt tarafından yayınlanmıştır. Şairin 'Strum und Drang' döneminin ürünü olan bu parçalar belki bütün kitabın en lirik parçalarıdır.

Urfaust'un yazılışından on iki yıl sonra Goethe eserini yeniden ele almış ve ona İtalya'da yazdığı parçaları eklemiştir. Bu yeni eklenen parçalar 'Büyücü Kadın'ın Mutfağı', 'Valentin'in Ölümü', 'Yüce Ruha Başvurma' sahneleridir. 'Sözleşme' sahnesinin kimi dizeleri de burada değiştirilmiş ya da bunlara yenileri eklenmiştir. Bu yeni parçalarda Goethe'nin daha olgunlaştığı görülmektedir. Coşku biraz daha dizginlenmiş ve ölçülülük bütün esere egemen olmaya başlamıştır. Mephistopheles alaycı, kurnaz, aldatıcı yüzünü yitirmemiştir ama dünyaya ve ruha biçim veren bir varlığa dönümüştür. Goethe ile Mephistopheles arasındaki uçurum da iyiden iyiye dolmuştur. Faust şeytanıyla sözleşme imzalamak için artık zorluk çıkarmayı düşünmez.

Goethe, Shiller'in eleştirileri ve üstelemeleri üzerine 1797 yılından 1801 yılına kadar yeniden Faust'a eklemeler yapmaya başlar. 'İthaf', 'Tiyatro Üzerine Öndeyiş', 'Gökyüzü Sahnesi', 'İkinci Monolog', 'Şehrin Kapısı Önünde Gezinti'nin Mephistopheles'in sahnede görünmesine kadar olan bölümü, 'Walpurgis Gecesi' ve 'Helena'nın Dönüşü'nün ilk 265 dizesi bu yıllarda yazılmıştır. Yayıncı Cotta'nın üstelemeleri üzerine Goethe 'Sözleşme' sahnesini de 1804 yılından sonra yeniden ele almış, bu sahneye 1806 gününde tamamen son vermiş ve kitap 1808 yılında Goethe'nin eserlerinin sekizinci cildi olarak Faust, Eine Tragödie adıyla yayınlanmıştır.

Faust'un bu ilk bölümünde, Goethe, hayata verdiği önemi ortaya koyar. 'Hazlarım bu dünyadan fışkırıyor, acılarımı bu güneş aydınlatıyor' sözleri, Faust'un yeryüzündeki insanın alın yazısı görüşünü belirtir. Hiç kuşkusuz, insanoğlu çabaladığı ve araştırdığı ölçüde yanılır. Yanılgının ta kendisi olan hayat, acılara ve hatalara olanak sağlar. Ama insan yine de içinde iyiliği taşır ve doğru yolu görür. Faust'un ruhunda iki şey sürekli bir çatışma halindedir. Onun ruhu bir yandan uzak ve yüksek ülkelere doğru yönelmek isterken, bir yandan da aşkla sıkı sıkıya bağlanmış olan yeryüzüne dört elle sarılır. Fakat Faust'un ruhundaki bu bitmek tükenmek bilmeyen çatışma, hayata o yüce değerini kazandırır. İnsan hayatı böylece, gerçeğin yaşanması dolaylarında yeniden bütünlenmek üzere parçalanan bir uyumu andırır. Ama Faust 'kaçıp giden an'a hiç bir vakit 'Aman dur gitme, sen çok güzelsin' diyemez. Şu var ki, Faust'un bin güçlükle ilerlediği hayat yolunun üstünde, Tanrı'nın yüzü, meleklerin arasından beliriverir. Bu da insanın alınyazısının dünya gizemini aşan bir anlam kazanmasına yol açar.

Goethe 1816 yılında Şiir ve Gerçek'i yazarken Faust'un ikinci bölümünün bir şemasını çizmiştir. Ama ikinci bölümü 1826 yılında yazmaya başlar. Goethe şiirini yeni bir düzeye oturtmak düşüncesindedir artık. 'Ariel Öndeyişi' vesilesiyle Eckermann'a şunları söyleyecektir. 'Kahramanımın gözle görülür tükenişinden yeni bir hayat yaratabilmek için ona bilincini yitirmekten ve onu tükenmiş saymaktan başka ne yapabilirdim?' İşte Goethe bu 'yeni hayat'ı anlatabilmek için daha beş yıl çalışmak zorunda kalmıştır. Helena'nın öyküsü 1827 yılında yazılmış ve bu, Goethe'nin eserlerinin dördüncü cildinde Helena, Romantik ve Klasik Görüntü Oyunu adıyla yayınlanmıştır. 1828 yılında on ikinci ciltte ise birinci perdenin bölümü ile İmparator rayındaki ilk sahneler yer alır. 'Klasik Walpurgis Gecesi' ile birinci perdenin son bölümü ise daha çok 1830 yılının ilk aylarında yazılmıştır. Bir yıl öncesinin sonbaharında başlanan beşinci perde de 1830 Ocak ayında biter. Faust'un ölüm sahneleri ise, çok önceleri, 1800 yılında yazılmış, son yıllarda ise yeniden gözden geçirilmiştir. Dördüncü perde de 1827-1831 yılları arasında birçok kez yazılmış ve düzeltilmiştir. Goethe 22 Mart 1832 gününde öldüğü vakit daha hala İkinci Faust üzerinde çalışıyordu. Ama artık ona bitmiş gözüyle bakıyordu. Nihayet o yılın sonbaharında Goethe'nin eserlerinin kırk birinci cildi, ölümünden sonra yayınlanan eserlerinin de birinci cildi olmak üzere bu ikinci Faust'da Faust, Beş Perdelik Tragedyanın İkinci Bölümü (Faust, Der Tragödie zweiter Teil in fünf Akten) adıyla yayınlanır.

Goethe bu eserine bütün hayatı boyunca içinde biriken ve kafasında yer eden şeylerin tümünü dökmüştür. İnsanın kendi kendisiyle çatışması, Tanrıyla ilişkisi, insanın doğa içindeki işlevi, insanın toplumla ilişkileri, yeni çağ insanının eski çağla ilişkisi, insan gücünün sınırları, hayat sorunlarının çözümü temaları bu eserin çatısını oluşturur. Faust çeşitli zamanlarda yazıldığı için çeşitli yapılar gösteren bir eserdir. Ama yapıdaki bu eşitlilik eserin büyüklüğünü de yaratmaktadır. Eserde gerçek ile mitos elele vermiş gibidir. Bütün ayrıntılarıyla okurların önüne serilen gerçek, öyle gizliden gizliye kalıp değiştirir ki bunun mitosa dönüşmesinin kimse farkına varmaz.

İkinci Faust'ta eserin tonu oldukça değişir. Birinci Faust'ta hayat olduğu gibi, kendi gerçeğiyle ya da sürüp giden bir büyü içinde gösterildiği halde ikincisinde 'renkli yansıları' ile usun onu kavramış olduğu biçimde canlandırılır. Öte yandan dünya, Faust'un iç yaşantısının bir işlevi olmaktan çıkar. Faust sadece bir birey olarak dünya içindeki yerini düşünür. Goethe İkinci Faust'ta doğacı görünüşü de bir yana bırakmış ve dünyayı simgesel bir varlık gibi görmeye başlamıştır. Goethe bu nokta üzerinde özellikle durmuştur. Bu yüzden de İkinci Faust bu temayı işleyen 'Şirin Bir Yer' sahnesiyle başlar.

İkinci Faust, Faust'un ruhunu gökyüzü katlarına çıkaran meleklerin eylemiyle son bulur. Melekler 'acı çekmeye çalışan ve acıyı arayan kişiyi biz de kurtarabiliriz' der. Faust'un ruhu göklerin en üst katına vardığı vakit, şimdi sevgilisinin bağışlanması için yalvaran Margarete'nin ruhu da kendisini izler. Eserin bu biçimde sona ermesi birçok eleştirilere yol açmıştır. Protestan bir öyküye Katolik bir son vermekle suçlamışlardır Goethe'yi. Kimileri de Faust'un gökyüzüne yükselirken bir an için bile olsa Meryem Ana'nın önünde diz çökmesini yadırgamıştır. Hıristiyanca bir temel üzerine oturtulmuş bir eserde aşkın, kadın biçiminde canlandırılması da doğru bulunmamıştır. Hele bu aşkın Yunanlıların Eros'uyla aynileştirlmesi ise hiç iyi karşılanmamıştır.

Eserin başkişisi Faust, iki ruh taşıyan bir insandır. Faust'un birinci ruhu dünya işlerine sıkı sıkıya bağlıdır, ikincisi ise gökyüzüne yönelmiştir. Hayata olan sevgisi kimi zaman Werther'de olduğu gibi umutsuzluğa, kimi zaman da Prometheus'ta olduğu gibi başkaldırmaya götürür onu. Bu hayat, Doktor Faust'u boyuna erişilemeyecek amaçlara da iteler. Ama onun hep değişik amaçlara yönelmesinin bir nedeni de hiçbir şeyle tatmin edilmeyeşidir. Öyle ki Faust zaman ve uzam dışı ülkede Yunanlı Helena'yı bulduğu vakit bile mutluluğa erişemez. Çünkü onun istekleri boyuna yenilenmektedir. Ne var ki, yükseklerden bir ses kendisine o güçlü denizi sahillerden uzaklaştırmasını ve böylece yüce neşeyi ele geçirmesini buyurduğu vakit en son ve en yüksek zaferi elde etmiş olur. Bu zafer Faust'un ilk yaşantılarından başlayarak içinin darlığından kendisini kurtaran atılıma dek süren yolun son noktasıdır. Ama Faust'un mutluluğa erişebilmesi çevresindeki insanların da bu mutluluktan pay almalarını gerektirir. Faust'un Baucis ile Philemon adındaki bir karı kocayı kulübelerinden kurtarmaya çalışması bu yüzdendir.

Faust'un çeşitli amaçlara yönelmesi bir de hayatın temel bir ilkesine dayanır. O temel ilke de şudur: 'Her şey eylemdedir, zaferin yoktur' Margarete'nin öyküsünden Faust'un yenik olarak çıkmasının nedeni işte budur. Bu öyle bir yenilgidir ki Faust'un bir daha doğrulamayacağı düşünülebilir. Oysa İkinci Faust şirin bir yüzle başlar. Faust çiçeklerle donanmış bir çayırda uzanmıştır. Çevresinde hava perileri uçuşur. Ariel'in şarkısı da ona bütün acısını ve bitikliğini unutturur. Bu, unutmanın türküsüdür. Faust yükselmesini engelleyen her şeyden yakasını sıyırmanın erdemine sahiptir. Ayrılmalar, kopmalar Faust'a yeni bir hayat için gerekli bütün gücü de verir. Öte yandan vicdan acısı da Faust'un üstüne öyle uzun boylu çöküp kalmaz. Çünkü 'saf insanlık duygusu' ondaki hataları silip süpürdüğü gibi, onu yüksek bir hayata elverişli bir hale de getirir. Bu saf insanlık duygusu Faust'ta iki biçimde belirir. Birincisi, Faust'u boyuna en yüksek olana doğru iteleyen hızdır. İkincisi de 'ölümsüz dişi' temasında biçim kazanır. 'Ölümsüz dişi ya da 'ölümsüz kadın' teması ise en olgun biçimine Helena öyküsünde ulaşır. Helena bir an için elde edilse bile hayatın en büyük anlamını taşır. Aşk böylece mutlu anla ölümsüzlük arasında bir aracı rolündedir. Çünkü ölümsüzlük bir anlık mutluluktaki zamanın ortadan kaldırılmasıyla elde edilir.

Faust'un varmak istediği amaçlar insanların ahlak duygusunu bereleyecek niteliktedir. Bu insan haklarına bir saygısızlığı da doğurur. Ne var ki, bu ahlaka Tanrı da karşı çıkmaz. İnsan doğurabilmek için yere düşmek zorundadır. Burada Faust'un bağışlanmasının ilkesi de saklıdır. Eserin sonunda melekler şöyle diyecektir: 'Yükselmek için yılmadan çalışanı biz de bağışlayabiliriz.' Ama Faust'un bağışlanması sadece eylemden eyleme koşmasına da dayanmaz. Bu, bir de aşkın bir armağanıdır ona. Bu armağanı da Faust'un canice aşkının kurbanı olan Margarete, Meryem Ana katında Faust için yalvarmakta sağlar. Böylece o ölümsüz hızla, o ölümsüz kadın, eserin sonunda yeniden birleşmiş olur.

Birinci Faust'un gerilimini sağlayan Margarete öteki adıyla Grechen, Goethe'nin aşk serüvenlerinde yer alan kadınların bir toplamı niteliğindedir. Bu tipin yaratılmasında bir çocuğu öldüren bir kadının idam edilmesinin Goethe üzerinde yaptığı etki de rol oynamıştır. Margarete'nin Shakespeare'in Ofelya'sıyla (Hamlet) kimi benzerlikler taşıdığı çok söylenmiştir. Ofelya ise iç dengesini yitirmiş ve deliliğin eşiğine dayanmıştır. Margarete'nin gelecek üzerine delice düşünceler öne sürmesi şimdilerin ve geleceğin biçimini değiştirmesinden gelir.

Margarete Werther'deki Charlotte'nin kız kardeşine de benzetilmiştir. Kilise sahnesindeki Margarete ise çok daha başka bir Margarete'dir. Bu sahnede Meryem Ana'ya yalvaran Margarete ise sembolik bir kişilik kazanır. Bütün bunlar bir yana, Margarete eserin en şiirsel kişisidir. Mephistopheles'e gelince, bu tip alayları ve nükteleriyle Aydınlanma Çağı'nın en aydınını andırmaktadır. Mephistopheles şeytan olduğu halde Tanrı onu yanından kovmaz. Dahası, onunla konuşmaktan zevk alır. Çünkü şeytan var olmamış olsaydı insanlar huzur içinde uyuşup kalacaklardı. Tanrı'nın Mephistopheles'e özgürlük tanıması yaratıcı ve üretici kaygının yeryüzünde yeşermesini sağlamak içindir. Mephistopheles'in dünyanın genel uyumu içinde yeri vardır. Hegel'in doğru olarak gördüğü gibi, Mephistopheles evrensel oluş içinde başlıca öğelerden (olumsuz öğe) biridir. Ama bu uyumun bütününü ancak Tanrı ve kurtulmuş olan ruhlar kavrayabilir. Mephistopheles kendi özelliğinin tutsağıdır. Dünyanın alın yazısını çizen güçlere ulaşmak Mephistopheles'e yasak edilmiştir. O akıllıdır, zekidir, her işin üstesinden gelmesini bilir. Ama işte bu kadar. Mephistopheles gerçeğin sınırını hiç mi hiç kavrayamaz. Goethe'nin tregedyasında da Faust'u aldatmaya çabalamasına karşın en sonunda aldanan kendi olur. Çünkü sonunda Faust'un değil kendisinin bağışlanmasını ummamaktadır o da.
'Işıktan nefret eden' anlamına gelen Mephistopheles, 1857 yılında yazılan ilk Faust öyküsünde (Doktor Faust'un Öyküsü) ortaçağ insanlarının kafasında yer ettiği gibi basit bir şeytandan başkası değildir. Cehennem Prensi onu Faust'a eşlik etmekle görevlendirmiştir. Yıllarca sürecek bu eşlik sonunda Şeytan kendini bağışlattırabilecektir. Ama Marlowe, Doktor Faust'un Trajik Öyküsü adlı eserinde (1589) ona değişik bir karakter kazandırır. Özgür düşünceli bir Rönesans adamı olan Marlowe, Mephistopheles'in ağzından yüksek yaratılışlı insanların acısını dile getirir. Marlowe'nin eserinde Mephistopheles, çevresini aldatan bir kişi olmaktan çok Faust'un alaylarına hedef olan biridir. Bu yüzden de Reform İngilteresi'nin Hıristiyanları kendisine acıyacaklardır.




HAKKINDA YAZILANLAR

Goethe, "doğu-batı Divanı" Ve İslâm
Biraz uzun olabilir ama güzel bilgiler.

Doğu da Allah'ındır!
Batı da Allah'ın!
Kuzeyi ve Güney sahası
Sulh içindedir O'nun kudretiyle
O, tek "Âdil" olan,
Hak olanı istiyor herkes için
O'nun yüz isminden biri de "el-Adl"
Bu yüce isim çok yüceltilsin! Amin.

-Johann Wolfgang von Goethe

114. Sure des Korans in Goethes Handschrift
Goethe’nin kendi el yazısıyla Kur’an’ın 114. Suresi

Goethe ölümünden dört ay önce şöyle diyordu:

"Hepimiz İslâmiyet’te doğuyor ve yine İslâmiyet’te ölüyoruz."

Goethe'nin İslâm dini ve Hz. Muhammed (SAV) ile olan münasebeti çok enteresan olduğundan, bu hususun daha yakından araştırılması gerekmektedir. Goethe, İslâmiyet için diğer dinlere göre çok farklı bir yakınlık ve gönülden bir katılma göstermiştir. Bu yakınlık ömrünün çeşitli yıllarında değişik değişiktir. Daha 23 yaşında iken Peygamber (SAV) için yazdığı övgü şiiri (Nat-ı Şerif) bunun delilidir. Ayrıca, çevresinin de bildiği gibi Goethe, her zaman için Kur'an'ın indirildiği geceyi, yani Kadir gecesini kutlardı. Bunu 70 yaşında iken açıklamıştır. Goethe'nin İslâm'a olan alâkası değişik şekillerde onun bütün hayatını sarmıştır. Bize kadar intikal eden en büyük iki eserinden biri olan "Doğu-Batı Divanı"nda bunun tesirini görmekteyiz. Bu eserin Goethe tarafından açıklanan bir kısmında şu şaşırtıcı cümleye rastlıyoruz: "Bu kitabın yazan kendisinin de bir Müslüman olduğunu reddetmiyor."




JOHANN WOLFGANG VON GOETHE KİMDİR?

Goethe (1749-1832) 83 yıllık hayatının ürünü olan eserleriyle Alman edebiyatının zirvesi kabul edilir. Şiir, roman, piyes, deneme ve mektupları ile hisseden, keşfeden, hayranlık duyan ve tasdik ederek yaşayan bir insanın hikmetle buluştuğu noktayı gösterir. Bu minval üzre Goethe’nin dünyasını şekillendiren çok derin tercihler ve dönüm noktaları hayatı boyunca ona eşlik eder: O bir Batılıdır; ama aklıyla, kalbiyle Doğuda yaşar. Bir hıristiyandır; ama hakiki İsevîliğin temsilcisidir. Bir şairdir; ama peygamberlerin mesleğini meslek edinme iddiasındadır… Velhasıl bir başkadır Goethe: yaşadığı zaman onu hazmedememiş ve gelecek zamanlara taşırmıştır.

Goethe’yi zirve yapan özelliklerin şekillenmesinde rol oynayan arayışlar, keşifler, heyecan ve tasdikler daha ilk gençlik yıllarında başlar. 21 yaşında bir yakını ısrarla Kur’ân okumasını söyler. Yıl 1770’tir ve Goethe hukuk doktorası yapmak için Strasbourg Üniversitesine kaydolmuştur. İlk önce Arapça’dan Almanca’ya ve Arapça’dan Latince’ye yapılmış olan Kur’ân tercümelerini mukayeseli biçimde okuyarak, on sûreden Kur’ân–ı Kerîm Hülâsası (Koran Auszüger) meydana getirir. Bu hülâsanın muhtevası, Kur’ân’da geçen peygamber kıssalarındaki tevhid ve nübüvvet esaslarıdır. Okumuş olduğu Kur’ân tercümelerini beğenmeyerek, Frankfurter Gelehiten Anzergen adlı dergide bir tenkid yazısı yayınlar. Bu yazısında mevcut tercümelerin lâyıkıyla yapılmadığını belirterek şöyle der: “Kur’ân–ı Kerîm’in şümulûnü kavramaya meyyal, çok keskin bir zekâya sahip, Arapça’ya vâkıf şair ruhlu bir Alman mütercimin, Şarkın mehtaplı, berrak seması altında vahy–i ilâhinin geldiği yerde kuracağı otağda, Kur’ân–ı Kerîm’in peygamber halet–i ruhiyesi üzre tilavetini müteakip, mütercimin Kur’ân–ı Kerîm’i Alman lisanına tercüme etmeye başlaması en büyük arzumuzdur.”

Goethe, elindeki yetersiz tercümeyle bile, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Kelâmullah olan Kur’ân’ın belâgatındaki harikalığa, üslûbundaki zenginliğe, hayranlık uyandıran îcazına karşı şevkle mukabele eder ve ona bir vahiy kitap olarak bakar. Bu aynı zamanda Kitabullahın ilk muhatabına, Hz. Peygamber’e karşı derin bir ilginin başlangıcıdır. Hz. Muhammed’in hayatını okur. Kur’ân ve Hz. Peygamber’e olan hayranlığı ve tasdiki 70 yaşlarındayken Kadir Gecesi hakkındaki sözlerinde şöyle ifadesini bulur: “Kur’ân–ı Kerîm’in peygambere semadan indirildiği mübarek geceyi, o [kendisini kastediyor] niçin hürmetle tes’îd etmesin? Âlemlerde bu hadiseden daha önemli ve daha büyük hadise yoktur.”

Goethe iç dünyasında, iman ettiği esasları, ilk defa doktorasında kaleme alır. Doktoranın konusu “Şahsın iman hürriyetinin yanı sıra devletin adaleti ve mükellefiyeti: kilisenin din ve mezhep işlerini tayin ve tesbit etmesi” idi. Hz. Peygamber’i aile reisi, devlet başkanı, ordu komutanı ve peygamberlik vasıflarından dolayı doktora çalışmasına dahil etmiş ve hülâsa ettiği Kur’ân âyetlerinden peygamberle ilgili olanları istinad noktası yapmıştı. Bundan sonra Kur’ân, Goethe’nin hayatında hep ilgi odağı olarak kaldı. 1772’de kendisine Kur’ân’ı okumasını tavsiye eden dostuna yazdığı mektupta “Kur’-ân–ı Kerîm’de Musa’nın dua ettiği gibi dua etmek istiyorum: ‘Yarabbi, benim sıkıntılı göğsümü Sen ferahlat’” diyordu.

Bu sıralar Goethe “Mohamet-Drama” adlı bir piyes yazmaya başlar. Tamamlayamadığı bu piyeste Hz. Peygamber’in diliyle Kur’ân’ı konuşturur. Hz Peygamber’in piyeste söylediği her söz Kur’ân’dan alınan âyetlerdir. 1813 yılında Şiir ve Hakikat (Dichtung und Wahrheit) adlı eserinde Goethe bu piyesten şöyle bahseder:

“Kaleme almış olduğum ‘Mohamet–Drama’ adlı eserime, Peygamber’e bir methiye ile başlamıştım. Hz. Muhammed yalnız başına berrak, yıldızlı bir gecenin gökkubbesi altında, hidayete erdirmesi için âlemlerin Rabbine niyazda bulunur. Önce, gökyüzünde parıl parıl titreşen nâmütenahi yıldızlara ihtiram gösterir, cahillerin putlara gösterdikleri hürmet gibi. Sonra, diğer yıldızlardan daha büyük ve kendisine dostça gülümseyen Jüpiter’in doğduğunu görünce ‘ihtiram yıldızların kralı Jüpiter’e layıktır’ der. Lâkin, yıldızın batıp, ayın doğduğunu görünce; kalbi, gözü ve bütün azalarıyla Allah’a tapan Muhammed ‘Rabbim bu mudur acaba?’ der. Daha sonra cana can katan güneşin doğduğunu görünce yep yeni bir sena ile, ‘İşte, herhalde bu benim Rabbim. Bu, gördüklerimin içinde en parlak, en büyük ve daha kuvvetli’ der, batınca da ‘Eğer, Rabbim bana hidayet etmeseydi sapıklardan olurdum. Bu gördüklerim hep zevale giden varlıklardandır. Ben, gökleri, yeri ve âlemleri yoktan var eden Allah’a iman ettim’ der.”

Piyese Hz. Peygamber’i Kur’-ân’daki Hz. İbrahim kıssası ile konuşturarak başlayan Goethe’nin piyes boyunca nazara vermek istediği, ‘Tevhid’ akidesidir. Peygamberin süt annesi Halime ile olan konuşmasında hep Allah’ın sıfatlarını anlatır. Meselâ şöyle der:

“Muhammed: ‘O, sonsuz merhamet ve yüce keremiyle, akan her pınarda, çiçeklenen her ağaçta kendi bir olan varlığını beyan etmekteyken, sen görmüyor musun? (Cahillerin hakka saldırıları karşısında) bunalmış göğsümü açan, ondaki sıkıntıyı, gafleti giderip, ilim, huzur ve hikmet ile genişleten Rabbime ne kadar şükretsem azdır. Zira kâinatta herşey Allah’ın varlığına, birliğine, hakimiyetine, hikmetine ve ilmine delâlet eder.’”

Bu piyesin kısımlarından biri Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın arasında geçen bir diyalogdur. Daha sonra “Muhammed’in Nağmesi” (Mohamet–Gesang) başlığıyla şiirleri arasına aldığı bu kısımda, Goethe Hz. Peygamber’in şahsında İslâm’ı ‘kayalar arasından fışkıran kaynak’ şeklinde tasvir eder. Bu kaynak, çevresindeki dereleri, çayları, ırmakları da kendine katarak, ihtişamla büyük bir nehir halinde okyanusa dökülür.

Goethe, 1813 yılında Hz. Peygamber’in hayatını tekrar okuyacak ve İslâm peygamberinin dâvâsının mânâ ve ehemmiyetini izah edecek bir eser kaleme almayı düşünecektir. Ama bu düşüncesini gerçekleştiremez. O sıralarda şöyle dediği kaydedilir: “Çok kısa bir süre önce İslâm Peygamberinin hayatını büyük bir ilgi ile okuyup tahsil ettikten sonra gördüm ki; o asla bir sahte peygamber değildir.”

Goethe, bunca yakınlığından sonra “şahsımda husule gelen değişiklikler benim için memnuniyet verici olduğu kadar, aynı zamanda beni tedirgin de etmekte. İç dünyamdan neşet eden his, İslâm’ın kalbime galebe etmesini istiyor; ve onun ruhumda varolan bir ezelî ve ebedî hakikate beni ulaştıracağına inanıyorum” der. Muhtemelen bu sıralarda İslâm dininin yüceliğini anlattığı bir dostu, onu hıristiyan düşmanı olarak vasıflandırır ve aralarında tevhîd–teslis mücadelesi başlar. Bundan sonra Goethe hülâsasına not ettiği “Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o, ölür veya öldürülürse, siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz” (3: 144) âyetini esas alarak Hz. İsa’nın ve Hz. Musa’nın bir insan ve diğer peygamberler gibi yol gösterici olduğunu işler. İnanç ve düşüncelerini “kimsenin bilmediği ve anlamadığı”ndan yakınan Goethe’nin gündemini şu konular işgal eder:

Hz. İsa’nın bir olan Allah’a davet ettiği ve ancak bir peygamber olduğu: “İsa, bütün saflığıyla duyuyor/ Kâinatın İlâhı bir tek,diyordu;/ Onu ilahlaştıran her kişi/ En kutlu hislerini yaralıyordu.”

Hz. Muhammed’in de bir peygamber olduğu: “Gerçek aydınlanmalı artık/ Muhammed’in başardığı gibi;/ Yalnız bir tek Allah diyerek/ O, dünyayı fethetti.”

Kur’ân’ın vahyî bir kitap olduğu: “…Kendisinin de mükerreren, yemin ederek iddia ettiği gibi, o bir peygamberdir, şair değildir, onun Kur’ân’ı da ilâhî bir kanun kitabıdır, asla insan yapısı değildir.”

İslâm dininin hak din olduğu: “…Hıristiyan dini, ‘Tanrı’nın iradesi olmadan hiçbir serçe çatıdan düşmez’ misali, İslâm dini ile aynı kaynaktan çıkar ve en küçük hadiseyi bile gözönünde tutup iradesi ve izni olmadan hiçbir şeyi yaptırmayan bir kader–i İlâhiye’ye dayanır.”

Ve herkesin bu dine tâbi olması gerektiği: “…bizler, hepimiz erinde veya gecinde İslâm dininin salikleri olmak zorundayız.”

Goethe gerek şiir ve mektuplarında, gerek kimi dostlarıyla yaptığı sohbetlerde dile getirdiği bu düşüncelerinden dolayı, kendi ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla “dinsiz” ve “müslüman olduğu” yolunda iki ayrı suçlamayla karşılaştı. Bir makalesinde “Siz, benim Hıristiyanlık telâkkimin ne olduğunu belki bilir, belki de bilmezsiniz. Günümüzde İsa’nın istediği mânâda hıristiyan kimdir acaba? Belki de sadece ben; her ne kadar sizler beni bir dinsiz kabul etseniz de…” der. Batı–Doğu Divanı’nı takdim ederken ise “Batı–Doğu Divanı’nın müellifi kendisinin bir müslüman olduğu şüphesini reddetmez” demektedir.

“Divan”ın anlaşılabilmesi için kaleme aldığı “İlmî Araştırmalar ve Haşiyeler” (Noten und Abhandlungen) eserinde, Kur’ân’ı, İslâm’ı, ve Hz. Peygamber’i anlatır. Kur’ân için şöyle der: “…Bu Kitap, bizi bazı şeylerden tiksindirirken, bazı meselelerde de hayrette bırakıyor ve neticede, bizi kendisine hayran kılarak iman etmeye zorluyor.”

Yine aynı notlarda, Goethe şu sözleri de söylemektedi:

“…Müslümanı ayıplamayalım. Eğer o, Muhammed’den önceki zamanı, cahiliyye devri diye isimlendiriyorsa ve buna da kesin olarak inanmışsa, demek ki herşey İslâm’ın tenviri ve hikmetiyle başlıyor. Kur’ân–ı Kerîm’in üslûbu, muhtevasıyla ve maksadına göre müsamahasızdır, büyüktür, dehşetlidir, ürperticidir, harikulâdedir, lâtiftir, yücedir ve ulvîdir. Bir çarkın dişlisi nasıl kendine bağlı öteki dişliyi harekete geçirir ve bu hareket zincirleme devam ederse, Kur’ân’ın birbirinden ayrılmayan, birbirini tamamlayan hükümlerinin kitleleri tesiri altına almasına şaşırmamak gerek. İşte bu sebepten dolayı hakiki müslümanlar tarafından Kur’ân’ın mahlûk olmadığı, Cenab–ı Hak’la beraber ezelî olduğu beyan ediliyor.”




PEYGAMBER (SAV) İLE ŞAİR ARASINDAKİ MÜNASEBET

Peygamberin (SAV) şahsiyetinin tesiri altında kalışının en büyük belirtisini, Goethe'nin ilk olarak, Ali (ra) ve Fatıma ® arasında karşılıklı şiir halinde başlattığı "Hz. Muhammed'in Na't'ında görüyoruz. Bu Nat'ta Peygamberin varlığı ilahî bir rehber olarak çoşkun bir nehre benzetilmiştir. Bu benzetme, Peygamberin en küçükten başlayıp gittikçe ululaşan hâkimiyetini anlatmaktadır. Sonunda da bu nehri İlâhî iklimi sembolize eden okyanusa ulaştırır. Burada Peygamberliğe ait keyfiyet, insanları küçük akarsular gibi bir araya toplayıp nehre ulaştıran ve denize döken güç olarak gösteriliyor. Bilhassa bu motif, ilerdeki şiirin kafiyelerinde işlenecektir.

Ve çıkıp ortaya
Nehirleri, toprakların dağların
Kutlayarak O'nu: Son Resulü
Bağırıyorlar: Kardeş! Kardeş!
Al da
Kardeşlerini ezelî okyanusa doğru..
Sonsuz olana
Bizi bekleyene doğru
Kollarını açıp da...

Yeniden biraz sonra
Al kardeşlerini
Topraklardan, dağlardan
Derya-yı Ezelinin yanına

Ve böylece
Alıp kardeşlerini
Sevindirerek bekleyeni
Ulaştırdı Yüce Nezdine..

Burada, şâirin gençliğinde Hz. Muhammed (SAV) ile olan münasebeti anlatılırken, kendi şâirliğini de, insanları alıp birleştirici, daha yüksek bir hayata yöneltici bir vasıta olarak görmüştür. Bu şiirde de Goethe'nin, hayata bağlılığı ve tabiat sevgisi, şiirin ruhundan anlaşılmaktadır. Ayraca Goethe'nin Kur'an'dan öğrendiği Allah'ın birliği hususu açık olarak da göze çarpmaktadır. Bilhassa Şâirin, Hz. Muhammed'e (SAV) yıldızlar altında söylettiği parçada bu husus, daha vazıh, daha aydındır: (1)

Bu ruhun hissinde hepinizi
Tek tek ayıramam
Bütün hissiyatımla sizi kavrayamam
Kulak mı kullanılır duada
Göze ne gerekir
Dilediğine bakmaktan başka..

Bakıp yukarıya, yönelerek "Gad"a (2)
"Sevimli yıldız!" diyordu,
Sen ol Rabbim!
Ama sonra
Batınca el sallıya sallıya
Ve bırakınca
Yapayalnız, ıpıssız
Heni dinlemeden feryadını:
"Yıldız! Yıldız!"

Dönüyordu söylenerek kendi kendine:
"Nasıl oldu da sevdim
Batıp giden bir fâniyi hem de"

Ey yıldızların rehberi
Sen ey Ay! Mukaddes, yüce ol
Sen benim Rabbim ol
Aydınlat karanlıklarımı yol yol...
Beni o karanlıklarda
Şaşırmış şu toplumla
Yalnız bırakma!..

Yanan kalb yöneldi de
Parlayan Güneş'e
Dedi: Sen ol Rabbim
Beni gözet emi!..
Fakat ey mucize
Sen de mi
Batıp gidiyorsun
Yanarken içim
İşte gene
Sarıyor karanlık beni
Yoksa ben
Sahipsiz miyim?
Ey âşık kalbim
Artık seslen Yaradanına:
"Ey Rabbim!

Ey beni, göğü ve yeri
Ayı, yıldızları ve güneşi
Yaratan Rabbim
Yüzümü artık
Sadece sana yönelttim."

Peygamber (SAV), kavminin akıl almaz putperestliğine karşı mücadele etmektedir. Şu soruya da şöyle cevap verir Peygamber (SAV): "-Senin Allah'ının yardımcıları yok mudur?" "-Eğer onlar olsaydı, o Allah olabilir miydi?"

Burada açıktır ki, Peygamberin (SAV) şahsiyeti ve Allah'ın birliği hakkındaki talimi. Goethe'yi gençliğinden beri bir Hz. Muhammed (SAV) trajedisi yazmaya itecektir. Peygamberin şahsiyetindeki hususiyetler Goethe'yi büyülediği gibi düşündürecektir de.. Bu hususta, gençliğinin eserlerinden biri olan "Edebiyat ve Gerçek'' kitabında çok ayrıntılı bilgilere rastlarız. Trajedinin sonu, Peygamberi (SAV) en aydınlık bir biçimde gösterir. O, burada, Goethe'nin belirttiği gibi ululaşarak, sevgiyi hak ettiğini, buyruklarının berraklığını ve hâkimiyetinin ihtişamını, dünyada sabitleştirerek buradan ayrılır.

Goethe otobiyografisinde ve "Trajedi"sinde Hz. Muhammed'in (SAV) insanlar üzerindeki tesirini ve yüce karakterini tasvir etmekteydi. Bu kelimelerden anlaşılacağı gibi insanlar üzerinde tesirli olan Peygamber'e (SAV) Goethe'nin nasıl bağlı olduğu görülür.




DOĞU - BATI DİVANI

Goethe Kur'an-ı Kerim hayranıydı. Jena Üniversitesi Şarkiyatçılarından "Lorsbach"a Kur'an'ın 114. suresini tercüme ettirdi. Hatta şâir, sureyi kopye etmeye çalıştı. Buna benzer bir çok denemesi, kendi el yazısıyla bize kadar gelmiştir. Bundan hemen sonra İslâm'ın iç dünyası ve düşünceleri ile alâkalı "Doğu - Batı Divanı" meydana geldi. Bu eserde, Goethe'nin gençliğinden beri İslâm'a olan derin alâkasının tesirleri görülmektedir. Eğer şâirin İslâm'a içten bağlılığı, güvenli ve alâkası olmasaydı, İslâm düşüncesiyle olan irtibatının başka nasıl açıklayabilirdik? İşte, bu derin alâkasından dolayı hem çok ciddî, hem de bütün samimiyetiyle İslâm hakkında çok rahat kalem oynatabilmiştir. Divanındaki İranlı kahraman (Hafız)'a hiç bir zaman tenkit edilecek bir vaziyet vermemiş olması, Goethe'nin, temel değerlendirmelerinde, İslâm'a muhabbetinden ve İslâmı yüce tutmasından ileri gelmektedir. Bu hususda, Peygamber'e (SAV) kendi ağzından söylediği şiirlerde veya "Mukaddes Kur'an", "Kur'an'ın yüce mirası" gibi tabirlerle ifade ettiği şeyler üzerinde düşünmek yeter:

Kur'an; ebediyetten mi?
O besbelli,
Ben onu sormuyorum
O Kitaplar Kitabı..
Evet, itiraf ediyorum.
Çünkü bu müslümanlık şiarı!

Ayrıca, "Doğu - Batı Divanı"nda Şairin Kur'an ve Peygamberin (SAV) şahsiyetiyle ilgilenmesinin büyük tesiri görülür. Çünkü diğer şark kaynaklan yanında en ön sırada Kur'an ve hadis onun şiirlerine ilham teşkil etmiştir. Şimdi burada, birkaç misâl verelim: Kur'an'ın 2. suresinin bir bölümü, herkesin çok iyi tanıdığı onun divanına temel olmuştur. Devam eden diğer dörtlük ise, Kur'an'ın (1.) suresinden kaynaklanır.

Bu cezbe-i İlahî
Delirtecek beni..
Fakat ümid ederim
Hidayetini..
Fiillerim ve şiirlerim
Gözler
Sırat-ı müstakimini..
Evet bekliyorum göster...
Allah'ındır Doğu ve Batı Yatar Kuzey ve Güney sahası Sulh ve barışın beşiği ellerinde...

Kur'anın 16. suresine uygun düşürerek şunları söyletir:

O size
Yerleştirdi yıldızları
Merdiven olsun diye
Yerden göğe
Tâ ki böylece
Bakarsınız göklere
Dalarak ruhanî neşe ve lezzetlere...

Goethe'nin kader inancının açığa çıkmasını da, az veya çok bu şiirlerinde kullandığı ifadelerindan anlıyoruz. Divanda hep bu mevzu işlenmiştir. Meselâ, kitabının şu kafiyelerinde:

Allah her şeyi,
İlahî ilmiyle takdir etti
Ayırdı senin de kısmetini
Sana izlemek düşer ilahî iradeyi
Yol başladı, bitir bu seyahati haydi!

(Buch der Betrachtungen 'den) Buna benzer şekilde aynı kitabda şöyle der:

Sen gezedur kendi keyfince
Fakat bir kader de
Ediyor ta' yin
Geçeceğin yerler için..!

Goethe'nin düşüncesi, varlığımızın yolunu ve tecrübesini belirliyor. Bunu, Timur'a söylettirdiği şu alaylı ve öfke dolu sözlerde ortaya kor:

Eğer Allah beni
Kurtçuk olarak dileseydi,
Elmanın içinde halk ederdi.

Ünlü (Orphischen Ur Worte) eserinde de, kader hususunda aynı şeylerden bahsettiğini görüyoruz.

Demek yakında da uzakta da
Hatta, dolaştığında bile uzak diyarlarda
Aynı kader yine
Nereye gitsen peşinde
Mümkün müdür sen
Ayrılasın gölgenden?..

"Suleika" kitabında da Goethe'nin aynı inancının, Hatem ve Suleika arasındaki konuşmada işlendiğini görmekteyiz.

Düşün şimdi hangi anda
Ortaya çıktı Suleika!.

Bu kelimelerin, Goethe'nin kader ortağı bir çiftin ayrıntılarının ortaya konmasında, daha iyi anlaşılır. Bundan ayrıca şu bölümler bahseder. (Die Wahlverwandschaften) kitabında ve aynı zamanda (die Mitschuldigen) da, Divanda da Suleika'nin geleceğinin önceden belirlenişi, İslâm'daki Allah'ın iradesine işaret eder. Demek ki, bu motif aynı zamanda İslâm anlayışına uydurulmuş bir biçimde kullanılmıştır.

Allah'ın iradesine uyan bir kadere rıza davranışı Divanda da göze çarpar. "Besp-rachungen" kitabından alınmış, kadere inanmayanlarla alay eden bir dörtlük, bu inancın çok yönlü toleransını bize hatırlatır:

Herkesin düştüğü kendi inançsızlık tuzağında
Düşüncesini alkışlaması ne de aptalca!
Eğer İslâm teslim olmaksa Allah'a,
Hepimiz doğuyor ve ölüyoruz İslâm'da.

Divan'da; Goethe'nin, Müslümanların Allah hakkındaki tevhid inancına olan sempatisi defalarca belirtilir. Allah'ın birliğinin Kur'an'a bağlı olarak anlatılmasını ise, şu kafiyelerde görüyoruz:

Tek bir Allah'ı
Düşünüyordu İsâ (s)
Bu mukaddes duyguya
Kement attı
Onu tanrı sayan hülyâ!

Ve böylece
Nasip olan Muhammed'de de (S)
Hak görülmeliydi...
Muhammed ki

Alan hâkimiyetine
Bütün dünyayı
Tek bir Allah inancıyla..

(aus dem Nachschlussgedicht süsses Kind, die Perlenreihen)


Kur'an'ın 2. suresinden ilham alıp, Goethe'nin en sevdiği düşüncesi Allah'ın tabiatta tecelli ettiği ve onlarla tanınabileceği ifade edilir;

Mukayese et kendini
Hele bir böcekle
Hiç kıyasa girer mi?
Allah'ın bize vergisi
Böceğe verdiğine denk mi?





Goethe’nin Ünlü “Doğu-Batı Divanı”

ALLAH'IN YÜZ İSMİ
"Sengers" kitabının bir dörtlüğünde, Allah herşeyi idare eden eşsiz bir Yaradıcı olarak takdir edilir. Daha sonra, Goethe için önemli bir bölüm ortaya çıkar:

O, tek "Hak" olan,
Hak olanı istiyor herkes için.
Bu yüce isim çok sevilsin,
Onun yüz isminden
Amin...

Divan'ı tanıyanlar "Suleika" şiirlerinin, Allah'ın yüz ismine bağlandığını anlayacaklardır:

Allah'ın yüz ismini saysam da
Çınlar yeni isimler;
Mânâ ufkunda başka başka,
Sayılan her isimle birer birer.

Goethe'nin, Allah'ın birçok sıfatı ve yüz Esmai-i Hüsnasını bu kadar çekici bulmasının sebeblerini Eckermann'la yaptığı bir konuşmada, mevzuu bu hususa getirmesinden anlıyoruz. Bu vakada da, kendi dindarlığı ve İslâm arasında bir yakınlık görülür. Ölümünden bir yıl önce Eckermann'a şöyle der (8 Mart 1831): "Ey sevgili çocuk biz Allah hakkında ne fikre sahibiz ki? Bizim dar mefhumlarımız en yüce varlıktan ne anlatabilir ki? Eğer bir Türk'e yüz ismini ansam, yine onun sınırsız sıfatları yanında bir şey söylemiş sayılmayacağım..."

Kur'an'da inanmayanların Peygamberden mucize istemeleri ve buna karşılık Kur'an’ın beyanı Goethe'ye tesir etmiştir. Bunun neticesi "Doğu-Batı Divanı"nda şu mısraları görüyoruz.

Gösteremem, diyordu Peygamber ben mucize
En büyük mucize ise, benim işte!..




Ünlü Divan’ın "Hicret" adlı giriş şiiri ise başka bir güzelliktedir:

HİCRET

Kuzey ve Batı ve Güney paramparça,
Tahtlar devriliyor, titriyor imparatorluklar
Kaç sen en iyisi temiz Doğu’ya
Pederşahi havayı tatmaya,
Sevme, içme ve şarkılar arasında
Tazelen Hızır’ın gençlik pınarında

Orada, saf ve dürüst olanda
İnmek istiyorum insan soyunun
Kökünün derinliğine,
Hala Allah’ın kabul ettiği
Kutsal bilgiye dünya diliyle,
Ve kimsenin kafayı takmadığı yere.

Babalara büyük saygı gösterilen
Her yabancıya hizmet edilen;
Dönmek neşeli gençlik dolabına:
Geniş inanç, dar düşünce
Söze büyük önem verilen yere,
Ağızdan çıkan her söze.

Karışmak istiyorum çobanlara
Serinlemek vahalarda
Kervanlara karışıp gitmek
Şal, kahve ve misk pazarlığında,
Her yola girmek
Çöllerden şehirlere.

Sarp kayalara inip çıkarken
Senin şarkıların tesellidir Hafız
Kervanbaşının tutkuyla söylediği,
Katırın yüksek sırtında,
Yıldızları uyandırmak,
Ve haydutları korkutmak için

Havuzlarda ve davetlerde
Seni anmak istiyorum Kutsal Hafız,
Sevgili peçesini aralayıp,
Sallanan zülüfler amber kokusu yayınca.
Evet şairin sevdalı fısıltısı
Heyecanlandırır hurileri bile

Onu kıskanır mısınız bunun için
Ya da kınar mısınız bilmem;
Ama bilin ki, şair sözleri
Hep sessizce çalarak uçuşurlar,
Yalvarıp sonsuz bir yaşam için
Cennetin kapısında.




HABER

Alman yazar Goethe Türk müydü?
Zaman 10 Ocak 2013
TUĞBA MEZARARKALI

Kiliseye gitmeyen, Müslümanlarla birlikte namaz kıldığını açıklayan, ünlü eseri Doğu-Batı Divanı’nda Müslüman olduğuna dair iddiaları reddetmediğini yazan Goethe’nin inancına dair bugüne kadar birçok tartışma yapıldı.

Dr. Arif Arslan tarafından kaleme alınan İslam-Goethe isimli kitapta ise Goethe’nin soyunun Türklerden geldiği iddia ediliyor. Araştırmacı-yazar Senail Özkan da Goethe’nin Türk olduğuna dair ortaya atılan iddiaları onaylıyor. Özkan, “Hans Nielsen tarafından kaleme alınan ve çevirisini yaptığım ‘Goethe’nin damarlarında bir damla Türk kanı’ adlı makalede de Goethe’nin Türklerin soyundan geldiğine dair görüşler yer alıyor.” dedi.

Arslan’ın Öteki Adam Yayın-ları’ndan çıkan kitabında verdiği bilgilere göre; Filistin’de Akka kalesini 1291’de Müslümanların fethetmesinin ardından ülkesine dönen Alman şövalyelerden Graf von Lechmotir, Suriye’deyken yaptığı çarpışmalarda Mehmet Sadık Selim adlı bir Selçuklu subayını esir alarak yanında Baden Württemberg’e götürür. Cerrah, hekim, mimar, kendi lisanının yanında Latince ve Arapça da bilen Selim’e kısa zamanda Baden Württemberg bölgesindeki en büyük kont tarafından albaylık rütbesi verilir. Devlet yönetiminde ciddi başarılar gösteren Selim’e Türk kökenli olması dolayısı ile ‘Selim Sultan’ diye hitap edilir. Goethe’nin bu Selçuklu subayıyla akrabalığı vardır. Goethe’nin soyu, Almanya’daki Selçuklu ailesinden Philip Sultan’a kadar uzanır. Şecerede daha aşağılara inildiğinde karşımıza şu isimler çıkıyor: Johann Sultan ve babası Henrich Sultan. Goethe’nin soyu da Johann Sultan’ın kızı Anna Sultan tarafından geliyor. Almanya’da bugün bile nüfuzunu koruyan ünlü Soldan ailesi, Goethe’nin günümüzdeki akrabaları. Almanya’nın çeşitli yerlerine dağılmış ‘Soldan’ adlı mensupları Almanya’da Türk asıllı olmaları ile tanınıyor. Soldan kelimesinin kökü ise Sultan kelimesine dayanıyor.







www.biyografi.net (Binlerce Biyografi)