Mustafa Erdoğan
akademisyen



Ankara Hukuk Fakültesi mezunu. Aynı fakültede yüksek lisans ve doktorasını yaptı (1981-88). İdari yargıda hakim olarak çalışırken 1985 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde akademik mesleğe intisap etti. 1991 yılında Anayasa Doçenti oldu, 1997 yılında Profesörlüğe yükseldi. 1997-98 akademik yılında Amerika’nın Virginia eyaletindeki George Mason Üniversitesinde Fulbright bursiyeri olarak araştırmalar yaptı. Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde Hukuk Bilimleri Anabilim Dalı Başkanı olarak görev yaptı. İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi.

1992 sonunda bir grup arkadaşıyla birlikte Liberal Düşünce Topluluğu’nu kurdu. 1996 yılından beri Topluluğun çıkardığı Liberal Düşünce adlı üç aylık fikir ve araştırma dergisinin editörlüğünü yürütüyor ve akademik çalışmalarını da öncelikle bu dergide yayımlıyor.

Yaklaşık yirmi yıldır aktif olarak düşünce ve yazı hayatının içinde yer alıyor; bu arada, Liberal Düşünce dışında, Yeni Forum (1983-93), Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi (1986-1990), Türkiye Günlüğü (1989-1994), HÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Sosyopolitik Yaklaşım, Diyalog, İslami Araştırmalar, Karizma, Doğu-Batı, İslamiyat gibi dergilerde onlarca bilimsel makalesi ve çeşitli gazetelerde (Yeni Yüzyıl, Yeni Binyıl, Radikal, Zaman, Yeni Şafak, Öncü) yüzlerce güncel yazısı yayımlandı. Bazı makaleleri yabancı dergilerde yayımlandı. Halen düzenli olarak Liberal Düşünce Topluluğu’nun web sayfası (Açık Toplum) için kısa yazılar yazıyor. Evli ve iki çocuk babası.

ESERLERİ:
Liberal Toplum Liberal Siyaset (1993, 1998), Anayasacılık Parlamentarizm Silahlı Kuvvetler (1993), Demokrasi Laiklik Resmi İdeoloji (1995, 2000), Anayasal Demokrasi (1996, 1997, 1999, 2001), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (1997, 1999, 2001), Rejim Sorunu (1997), 28 Şubat Süreci (1999), Dersimiz Özgürlük (2001).

Erdoğan’ın üç de çevirisi var: Jack Donnelly’den Teoride ve Uygulamada Evrensel İnsan Hakları (1995, L. Korkut’la birlikte), F. A. Hayek’ten Sosyal Adalet Serabı (1995), Norman Barry’den Komünizm Sonrası Dönemde Klasik Liberalizm (1997).





GÖRÜŞ

TÜRKİYE’NİN SİYASÎ GÖRÜNÜMÜ
MUSTAFA ERDOĞAN
Zaman 26 Nisan 2014

Türkiye’deki siyasî rejimin gelişme seyrinde insanı şaşırtan çok şey var. Osmanlı döneminde 19. yüzyıldan itibaren modernleşme çabalarıyla başlayan değişim süreci siyasî sistemi önce hukukileşmeye, sonra anayasallaşmaya ve en sonunda demokratikleşmeye yönlendirdi.

Ne yazık ki, 20. yüzyıl başlarında İttihat Terakki yönetimi her üç gelişme trendini de tersine çevirmesinin ardından uzun süren bir savaş dönemi yaşandı. Ardından Millî Mücadele döneminde kısa süren bir kısmî demokratikleşme tecrübe edildiyse de, 1924’ten itibaren aynı ters eğilim yeniden kendisini gösterdi. Böylece, Cumhuriyet’in aşağı yukarı 1950 yılına kadar olan ilk döneminde Türkiye, hukuksuz bir otoriter yönetimin kıskacında kaldı.

Bu tarihten sonraki darbeler ve muhtıralarla dolu gelişmeler daha iyi biliniyor: Aşağı yukarı 2000’lere kadar hem hukukilik ve anayasallık hem de demokratikleşme bakımlarından gelgitlerle dolu bir yarım asır daha geçti. Seksenler ortalarına doğru başlayan “12 Eylül rejimi”nden ve onun otarşik siyasetinden uzaklaşma süreci Özal’ın ölümünden kısa bir süre sonra sistemin önce daralmasıyla ve nihayet 1997 başlarında eski rejimin restorasyonu çabasıyla sonuçlandı. Bütün bu süreç boyunca “bu sefer galiba bu iş olacak” ümidinin yeşermeye başladığı her defasında maalesef aynı kısır döngüye yakalandık.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yönetiminde geçirdiğimiz on küsur yıldan sonra bugün yine benzer bir ruh halini yaşıyoruz. AKP’nin 2002’de iktidara gelmesi, sistemin 1997 başlarından itibaren içine girdiği hukuk ve demokrasi krizini aşma ve medenî dünyayla uyum sağlama ümitlerini artırdı. Başlangıçta gerçekten de ümit edildiği gibi oldu: AKP, en son 2010 anayasa reformuyla, Türkiye’nin askerî vesayet altındaki yarı-demokratik ve hukuksuz rejimini Batılı standartlar doğrultusunda daha medenî bir rejime dönüştürme yolunda dikkate değer adımlar attı. Bu gelişmenin en önemli dinamiği, şüphesiz ki, Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefinin ciddiye alınmasının Türkiye’ye adeta dayattığı reformlar idi. Aslına bakılırsa, kendi toplumsal tabanının yakın geçmişte uğradığı büyük haksızlığı giderecek şekilde Türkiye’nin rejimini ıslah edebilmesi için, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin “Avrupa Birliği ipi”ne sarılmaktan başka bir seçeneği de yoktu.

Ne yazık ki, 2010 referandumunu takip eden ilk genel seçimden (2011) sonra belirginleşen bir eğilim olarak, Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP reformist iradesini yitirdi. Bununla da kalmadı, zaman içinde kendi reformlarından da geri dönmeye başladı. Öyle anlaşılıyor ki, askerî vesayetin geriletilmesi ve yargının da desteğiyle “eski derin devlet” unsurlarının tasfiyesiyle birlikte iktidarını konsolide eden ve artık devletle özdeş hale gelen iktidar partisi için “demokrasi davası” bitmişti. Bunun sonucunda, bugün itibarıyla Türkiye hukuka dayalı, özgürlükçü ve çoğulcu demokratik bir sistem hedefinin epeyce uzağına düşmüş durumdadır. Daha kötüsü, AKP liderliği son yıllarda kendisine arız olan bu siyaset anlayışını ciddî olarak değiştirmediği sürece, geleceğe dönük olarak yeniden iyimser umutlar besleme ihtimalimiz de günden güne azalmaktadır.

AKP’nin içine düştüğü bu trajik durum, partiye bugünlerde hakim olan, toplum anlayışına, demokrasi kavrayışına ve hukuk telâkkisine ilişkin birbirini besleyen yanlışların talihsiz bir kombinasyonu olarak ortaya çıkmaktadır. Buna, Sayın Tayyip Erdoğan’ın “demokratik liderlik” anlayışıyla bağdaşmayan liderlik pratiğini ve genel kurallara (hukuka) dayalı yönetimin yerine kişisel sadakate dayalı yönetimi geçirme eğilimini de eklemeliyiz.

Bu hususları tek tek ele alırsak: İlk olarak, AKP artık (belki de baştan beri) toplumu çoğulcu bir şekilde kavramamaktadır. AKP’nin bugünkü toplum anlayışı tekçidir, üniformisttir, birlik-bütünlükçüdür. Toplum içinde kendilerininkinden farklı dünya görüşlerine ve hayat tarzlarına sahip kişi ve grupların varlığının elbette farkında olmakla beraber, AKP’liler bu farklılıkların “milletin” doğru çizgisinden bir sapma teşkil ettiğine inanıyor görünmektedirler. Bu inanışın doğal sonucu, farklı olan herkesi “millet”in çizgisine çekmek için devlet gücünü kullanmaya çalışmaktır. Aslına bakılırsa, AKP buradaki referansı olan “milletimizin değerleri”ni kendi dayandığı tabanın bile tamamını kuşatan bir şekilde anlamamaktadır. Gerçekte bu kavram, geleneksel dinî-muhafazakâr değerlerin “Millî Görüş”ten gelen AKP liderliğine özgü bir yorumunu yansıtmaktadır.

İkinci olarak, AKP’nin demokrasi anlayışı çağdaş normlarla uyumlu değildir. Bu bir yandan “seçimsel”, öbür yandan “çoğunlukçu” bir demokrasi anlayışıdır. Son zamanlarda iyice anlaşıldı ki, AKP’lilerin demokrasiden anladıkları insan haklarına, anayasallık ve hukukun üstünlüğüne, kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığına dayanan bildik “anayasal demokrasi” değildir. AKP’liler, demokrasiyi iktidarların seçim yoluyla değişmesinden ibaret gören “seçimsel demokrasi” (electoral democracy) anlayışına bağlılar. Bu anlayışa, “millî irade” mitiyle meşrulaştırılmaya çalışılan “çoğunlukçu” bir tasavvur eşlik etmektedir. Formül şudur: Demokrasi seçimde beliren “millî irade”dir, millî irade ise seçilen çoğunlukta tecelli ve temerküz eder. Bu anlayış iktidarı elinde tutanlara eleştiri ve muhalefeti en hafifinden “haddini bilmezlik”, daha kötüsü “ihanet” olarak görmenin ve “kendine güveniyorsan parti kur, karşıma çık” zihniyetinin de temelini oluşturmaktadır.

Üçüncü olarak, AKP doğru bir hukuk ve hukukîlik anlayışına da sahip değildir. AKP liderliği, demokrasi şöyle dursun, asgarîden medenî bir toplumsal hayat için anayasal ve hukukî bir yönetimin vazgeçilmezliğinin idrakinde görünmüyor. Anayasallık ve hukukun üstünlüğü şüphe yok ki anayasal-demokratik bir sistemin kurucu ilkelerinin başında gelir. Hukukun üstünlüğü en başta devlet odaklı bir siyaset anlayışını reddeder; dolayısıyla “devlet olmanın zaruretleri”nin yönlendirdiği, devletin bekâsına ve güvenliğine odaklı bir sözde hukuku değil, tam tersine evrensel standartlara uygun bir üstün hukukun bağlayıcılığını şart koşar. Hukukun üstünlüğü devletin faaliyet çerçevesinin anayasa ve hukukla belirlenmesini, kamusal otoritelerin hukuka bağlı olarak hareket etmesini ve hukuk düzeninin bazı üstün standartlara uygun olmasını gerektirir. Böylece, hukuk çerçevesinde yönetim hem kişilere hukukî güvenlik sağlar hem de keyfî yönetim ihtimalini ortadan kaldırır. Hukukun üstünlüğüne tâbi bir devlette keyfîliğe yer yoktur, yargı bağımsızdır, hâkimler anayasal ve yasal güvence altındadırlar.

Türkiye toplumunun selâmeti bu esaslara dayalı sahici bir demokrasinin kurulmasında ve konsolide edilmesindedir. Şu var ki, Adalet ve Kalkınma Partisi, siyaset tasavvurunu bu anlayış doğrultusunda düzeltmediği ve Sayın Başbakan -ve müstakbel cumhurbaşkanı- “kişisel yönetim” anlayışından objektif kurallara bağlı yönetim anlayışına geçmediği sürece Türkiye’nin geleceği için yeniden ümitvar olmamız maalesef zor görünüyor.








www.biyografi.net (Binlerce Biyografi)