Karamanoğlu Mehmet Bey - (8.9.1279)
Türk Sultanı


dilci



Karamanoğulları'nın ikinci beyi Kerimüddin Karaman’ın oğludur. Doğum tarihi belli değildir. Mehmet Bey askeri ve idari yönden bilgili bir devlet adamı idi. Bilim adamlarını etrafına toplayıp onlara büyük önem vermiştir. 13.yüzyıl ortalarında Selçuklular, edebi dil olarak Farsçayı, devlet dili olarak Arapçayı kullanırlardı.

Halk ise öz dili olan Türkçeyi kullanırdı. Mehmet Bey birlikte yaşamanın ilk şartı olan dil birliğinin gerekliliğine inanıyordu. Bu birliği gerçekleştirmek için Toroslar üzerinde yaşayan bütün Türkmen boylarını çevresinde toplayarak bir ordu oluşturdu.

Üzerine gönderilen Selçuklu ve Moğol kuvvetlerini büyük bir yenilgiye uğratarak Konya'ya girdi. Burada yaşayan Selçuklu Türkleri Karamanoğulları ile birlik oldu. Kısa zamanda Konya vilayeti ve bazı çevre iller Karamanoğulları'nın hakimiyeti altına girdi.

Daha sonra Selçuklu sultanı İzettin Keykavus'un oğlu Gıyaseddin Siyavuş'u başa geçiren Mehmet Bey'in kendisi de vezir oldu.

Moğol baskısına başarı ile karşı koydu. Bir çok kere galip gelmesine rağmen, daha sonraki çarpışmaların birinde iki kardeşi ile birlikte 1280 yılında şehit düştü.




Karamanoğlu Mehmet Bey'in tarihi işlevi

Yöneticiliği sırasında Türkçeyi resmi dil ilan eden bir ferman verdi.

Bu fermanda "bu günden sonra divanda, dergahda ve bargahta, mecliste ve meydanda Türkçe'den başka bir dil kullanılmayacaktır" diyerek kültürel bir zafer kazandı.




HAKKINDA YAZILANLAR

Karamanoğlu Mehmet Bey'in Fermanından 720 Yıl Sonra Türkçe
Prof.Dr. Şükrü Halûk Akalın

Türkçemize son yıllarda Batı dillerinden, özellikle de İngilizceden, bir kelime akını olduğu gerçektir. Başlangıçta birkaç kelime ile sınırlı olan kelime girişi, zamanla Türkçemizi istila şekline dönüştü.

Kelimelerin bir bölümü teknolojiyle birlikte geldi. Yeni bulu­nan ve yeni üretilen aletler, ülkemize gelirken adını da birlikte getiriyordu: air-conditioner, disket, faks, kamera, kompakt disk, monitör, printer, radyo, televizyon, tubeless, video, walkman… Dilimizin tabii gelişmesi içerisinde bu aletlerin çok az bir kısmına karşılık bulunabilmişti: buzdolabı, bilgisayar, derin dondurucu. Buna karşılık yabancı kaynaklı kelimelerin dilimize girişi her geçen gün biraz daha artıyordu. Yeni bulunan ve üretilen aletlerin adları girmekle kalmadı, bu aletlerin çeşitli özellikleri, parçaları, kullanıcıları ile ilgili kelimeler de dilimize girmeye başladı, hatta bu kelimelerden fiiller türetildi: air-conditoned araba, kaset, diskjokey (kısaltılmış şekli dj İngilizce söylendi dicey), videojokey (vj, vicey), fakslamak, hardware, software, zapping, zaplamak, zoomlamak...

Bilimdeki gelişme ile birlikte yabancı kaynaklı terimler de dilimize akın etmeğe başladı. Bilim adamı olarak terimlere Türkçe karşılıklar bulmak yerine işin kolayına kaçarak yabancı kaynaklı terimleri olduğu gibi veya Türkçenin ses özellik­le­ri­ne uydurarak kullanmağa başladık. Bazı bilim adamlarımız bu terimlere karşılıklar bulma çabasındaydı. Buldukları terimlerde anlaşma sağlanamadığından bir terim için birkaç karşılık teklif edildiği de oldu. Bu durum terimlerde karmaşaya yol açtı. Bunun üzerine pek çok bilim adamımız terimlerin yabancı kaynaklı olanlarını tercih etti.

Kısa bir süre içerisinde yabancı kaynaklı kelime kullanmak bir özenti halini aldı. Günlük hayatta, çarşıda, pazarda, radyoda, televizyonda, basında, okulda, sporda kısacası her yerde yabancı kaynaklı kelimeler artık bilinçsizce kullanılıyordu. Yabancı kaynaklı kelimelerin bir kısmının dilimizde karşılığı yoktu, bunlara karşılık aranmadan bu kelimeler olduğu gibi kullanılmağa başlandı: klip, promosyon, jakobenizm, kampus, karizma, efekt, ekstre, ergonomi, hit, talk şovcu...

Bunları dilimizde karşılığı olan kelimeler yerine yabancı kaynaklı kelimeleri kullanma alışkanlığı takip etti: Türkçemizde dönüşüm, değişim, kabuk değiştirme gibi güzel kelimeler dururken transformasyon; uzlaşma varken konsensus; üçleme varken hat-trick; engel varken handikap; gerginlik dururken stres; düzeltme, yenileme gibi ince anlam özelliklerine sahip kelimelerimiz varken revizyon; teşhir salonu gibi artık Türkçeleşmiş, sergi, sergi evi gibi tamamen Türkçe kelimeler dururken show room; gösteri dururken show…

Elbette küreselleşen Türki­ye’nin başka kültürlerle ilişkiye geçmesi, dilimizin başka dillerden etkilenmesi ve kelime alış verişinde bulunması tabiidir. Üstelik bu, dilimizin tarihî gelişmesi içerisinde ilk defa da olmamaktadır. Bildiğimiz kadarıyla dilimize yabancı kaynaklı kelimeler, Eski Türkçenin ikinci dönemi olan Uygur yazı dili döneminde girmeğe başla­mıştır. Uygurcaya Sanskritçeden, Soğdcadan, Toharca­dan, Çinceden kelimeler girmiştir. İslâmiyeti kabulümüzden sonra da Arapçadan, Farsçadan kelimeler almışız. Bu dönemde dilimize sadece yabancı kaynaklı kelimeler girmekle kalmamış tamla­ma­­lar­da, cümle yapısında da değişiklikler olmuştur. Türkçemizin şu andaki durumu daha önce yaşadığımız dönemlerden farksızdır. Atatürk’ün dediği gibi «Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı diller boyundu­ru­ğun­dan kurtarmalıdır.» Atatürk’ün bu sözü söylediği sıradaki şartlarla şu andaki şartlar aynıdır. Bugün de Türkçemiz Batı dillerinin boyunduruğu altına girmiş­tir. Yapılması gereken de dilimizi bu dillerin boyunduruğundan kurtar­mak­tır.

Yabancı Kaynaklı Kelimelerin Getirdiği Olumsuzluklar

Yabancı kaynaklı kelimelerin dilimize girişiyle birlikte bu kelimelere karşılık olan Türkçe kelimelerin kullanımı azalmağa başlamıştır. Bu durum zamanla Türkçe kökenli bir kelimenin unutulmasına yol açabilir. Kullanımdan düşen her Türkçe kelime, kültürümüzden bir parçayı koparıp götürmektedir. Çünkü kelimelerimiz deyimlerimizde, atasözlerimizde, manilerimizde, bilmecelerimizde, türkülerimizde, şarkılarımızda, şiirlerimizde, destanlarımızda yaşamaktadır. Bir kelimeyi kaybetme­miz demek, bu kelimenin geçtiği bir deyimimizi, bir atasözümüzü, bir bilmecemizi kaybetmek demektir.

Dilimize giren bir yabancı kaynaklı kelime bazen aralarında ayrıntı bulunan birkaç kelimeye karşılık kullanılmakta, böylece dilimiz fakirleşmektedir. Bir örnek vereyim; dilimize Fransızcadan giren efor (effort) kelimesi güç, gayret, çaba kelime­le­rinin yerine kullanılmağa başlandı. Bir kelimeye karşılık dilimizdeki üç kelimeyi feda ediyoruz. Oysa efor yerine kullanabileceğimiz üç ayrı kelimemiz var.

Yabancı kaynaklı kelimeler bilen bilmeyen tarafından kullanılırken bazen keli­me­ye yanlış anlamlar da yüklenmektedir. Fransızcadan geçen promosyon (promotion), ilerleme, yükselme, artırma, çoğaltma anlamlarındayken dilimize adeta armağan kampanyası anlamıyla yerleşmiştir. Öte yandan, sırf yabancı kaynaklı kelime kullanacağım diye okur yazar kişilerimiz bile yanlış kelime kullanmaktadır. Fransızca porte (portée) kelimesi, «bir iş için gereken para tutarı» anlamındadır. Dilimizde bu kelimenin karşılığı olarak değer kelimesi bulunmaktadır. Pek çok kişi «Bu işin mali portresi çok yüksek.» diyerek porte kelimesi yerine yanlışlıkla portre kelimesini kullanır. Oysa portre «bir kişinin yağlı boya resmi veya fotoğrafı» anlamındadır. Bu yanlış kullanışta anlatım bozuk­luğu vardır. Halbuki bu anlatım bozukluğuna düşmemek son derece kolaydır. Anlamını tam olarak bilmediğiniz yabancı kaynaklı kelime yerine, Türkçesini kullanırsanız anlatım bozukluğuna düşmekten kurtulursunuz.

Her dile başka dillerden kelimeler geçtiğini biliyoruz. Bunun bir ölçüsü vardır, ancak daha vahimi, dilin söz diziminin yabancı dillerden etkilenmesi ve giderek bozulmasıdır. Bu durumu Türkçede isim tamlamalarının kullanılışında görmekteyiz. Türkçenin özelliği, tamlayan kelimenin daima tamlanan kelimeden önce gelmesidir. A Eczanesi yerine Eczane A, B Oteli yerine Otel B gibi kullanışlar Türkçenin yapısına aykırıdır. Yine bu tamlamalarda tamlanan kelimenin iyelik eki alması gereklidir. Buna rağmen dana kıyması yerine dana kıyma, halk ekmeği yerine halk ekmek şeklindeki tamlamalar da birer yanlış kullanıştır.

Yabancı kaynaklı kelimelerin imlâsında ve söyleyişinde birlik bulunmamakta­dır. Kimileri simpozyum, transformeyşın, leyzır, maykro derken, kimileri de sempoz­yum, transformasyon, lazer, mikro demektedir. Bu durum da dilde bir karmaşa meydana getirmektedir.

Yabancı dillerin etkisi Türkçe kelimelerin söyleyişini, seslerin çıkarılışını da bozmuştur. Geçenlerde bir özel radyodaki müzik programını dinliyordum. Programı sunan kişi Türkçe konuşuyordu, ama kelimeleri bir yabancı aksanıyla söylüyordu. Vurgu kaybolmuştu. Kelimelerdeki sesleri ağzında yuvarlayarak çıkarıyordu. Yıllar önce dilimize giren ve radyo şeklinde kullanılan kelimeyi reydyo, müzik kelimesini de müyzik diye söylüyordu. Bu söyleyiş garabetinden Türkçe kelimeler de nasibini alıyordu: değil kelimesi diyl, arayın kelimesi arayn, yarın kelimesi yırın gibi tuhaf şekillerde söyleniyordu.

Yabancı dillerdeki kelimeleri olduğu gibi çeviri yoluyla Türkçeye aktarmak ve kullanmak da bir başka anlam bozukluğu. Üzgünüm, korkarım, banyo almak, duş almak, çay almak, yemeğe almak, artı (ayrıca, ilave olarak, üstelik anlamlarında), bekleme yapmak gibi kelimeler Türkçe olsa da kullanılış yerleri ve şekilleri Türkçe­nin mantığına aykırı olduğu için birer anlatım bozukluğudur. Güle güle - Allaha ısmarladık yerine, baybay, çaav, çüüs, görüşürüz gibi kelimeler de birer Türkçe ifade değildir. Üstelik dilimizdeki görüşürüz şeklindeki bir ifade tehdit, göz dağı bildirmektedir.

İş bunlarla da kalmadı. Ünlemle­ri­miz değişti. Artık hayret verici bir durum karşı­sında vaouv diye sesleni­liyor. Kelimelerimizden bazıları da İngilizce kelimelere benzetilerek söylenilir oldu; herıld (her hâlde).

Bütün bunların sonunda, yakın bir gelecekte ana diline yabancı kuşakların ortaya çıkması ihtimali de vardır. Ana dilini iyi bir şekilde bilmeyen, öğrenemeyen kuşakların edebiyatımıza, kültürümüze yabancı kalması da söz konusudur. Zaten şu anda yaşadığımız durum da, Türkçemizin kullanımında bir kayıtsızlık ve umursa­maz­lık olduğunu göstermektedir. Yüksek öğrenim yapan kuşaklarımız bile dilimizin ve edebiyatımızın klâsikleri sayılan eserleri okumadan, Türkçemizi doğru ve güzel kullanma yeteneğini kazanmadan günlerini geçirmektedir. Okumayan kişinin düşün­mesi, dilini geliştirmesi, hele yazması mümkün değildir.

Çözüm Ne ?

Karşılaştığımız bu durum başka ülkelerde de yaşandı ve yaşanıyor. Amerika­lı­lar, dillerine giren İspanyolca kelimelerin son zamanlarda artmış olmasın­dan rahat­sız­lar. Almanlar, öteden beri yabancı kaynaklı kelimelere karşı tavır almış durumda. Fran­sızlar da Fransızcanın İngilizcenin etkisine girmesine ve dilleri­nin İngilizceleş­me­ğe başlamasından çok rahatsız oldular. Hazırladıkları bir kanunla dillerini koruma altına almanın mücadelesini veriyorlar. Bizde de Fransa gibi bir kanun çıkarma hazırlığı var. Önce bir kanun taslağı hazırlandı ve kamuoyunda tartışmaya açıldı. Olumlu olumsuz yankılar uyandırdı. Aslında herkes Türkçenin bugün içinde bulunduğu durumdan rahatsız. Kanun taslağına tepkiler ise daha çok, dilin kanunla korunamaya­ca­ğı düşünce­sin­den kaynaklanıyordu. Kanunlar günlük hayatımızdaki, ekonomimiz­de­ki, toplum hayatımızdaki pek çok konuya düzenleme getiriyor. Kanunlar olmasa, büyük bir karmaşanın yaşanacağını hepimiz biliyoruz. Dil alanında da bir karmaşa yaşanmıyor mu ? O halde, Türkçenin kullanılmasına ilişkin bir kanun çıkarılmasında da bence bir sakınca yoktur. İçinde bulunduğumuz durum ne yazık ki böyle bir kanunun çıkarılmasını gerekli kılıyor.

Bu kanun taslağında bazı değişiklikler yapıldı ve bu defa bir kanun tasarısı hazırlandı. Şimdi bu tasarı meclise ulaşmıştır. Tasarının en kısa zamanda kanunlaş­ma­sını bekliyoruz. Böylece dilimizin içinde bulunduğu durumdan kurtulması için önemli bir adım atılmış olacaktır.

Elbette her şey bu kanun tasarısına bırakılmış değil. Türk Dil Kurumu, Atatürk’ün sözünü kendisine şiar edinerek, dilimizi yabancı dillerin boyunduruğun­dan kurtarma mücadelesini veriyor. Türk Dil Kurumu, yaklaşık üç yıldır yabancı kaynaklı kelimelere karşılıklar buluyor, bu karşılıkları Türk Dili der­gi­sin­de yayımlıyor. Bu karşılıklara birkaç örnek vermek istiyorum: Fac-similé için belgegeçer, onun kısaltılmış şekli olan faks için ise belgeç; promosyon için özendirme; zaping için geçgeç; viyadük için köprü yol; reyting için değerlen­dir­me; rantiye için getirimci vb…

Teklif edilen karşılıkların bir bölümü 1995 yılında Yabancı Kelimelere Karşılıklar adıyla kitap olarak yayımlandı. Bu kelimelerden tutulup kullanılanlar da oldu, tutulmayanlar da. Bu kelimelerin çoğu, zamanla tutulacak ve toplumun her kesimi tarafından kullanılacak. Bu konuda basınımıza, radyo ve tele­viz­­yon kuruluşlarımıza da önemli bir görev düşmektedir. Bu kelimelerin tutulması, yaygınlık kazanması, topluma mal olması, basında, radyo ve televizyonda kullanıl­ma­­sıyla daha çabuk olacaktır. Gazetecilerimiz, yazarlarımız, sunucularımız, teklif edilen karşılık­ları kullanırlarsa, söz varlığımızın zenginleşmesine katkıda bulunmuş olacaklardır.

İş Yeri Adlarında Kullanılan Yabancı Adlar Sorunu

Ticarî kuruluşların unvanlarında, isimlerinde, tabelâlarında, reklâmlarında yabancı kökenli kelime kullanması da son yıllarda hız kazandı. Türkçeye karşı kayıt­sız­lı­ğımız iş adamlarımızı ve esnafımızı da etkiledi. Çarşılarımızda yabancı kaynaklı ad kullanan mağazaların sayısı giderek artmakta. Caddede yürürken mağaza adlarına bakan kişi, Türkiye'de mi yabancı bir ülkede mi olduğunu anlayamıyor. Yurt dışındaki kuruluşlarla ilişkide olan, onların ülkemizde temsilciliğini yapan firmaların yabancı marka adlarını kuruluşlarında kullanmaları bir mecburiyet olabilir. Bu bir ölçüde hoş karşılanabilir. Ama, marka adını taşımayan, dolayısıyla yurt dışındaki bir kuruluşla ilgisi olmayan mağazalarımız da modaya uyarak yabancı adları kullanıyorlar. İşte bunu anlamak zor. Türk milletine hitap etmesine rağmen mağazasına yabancı ad verenlere yaptıkları işin mantıksız olduğunu anlatmak gerekir. Ülkemizin mağazalarının, kuruluşlarının adlarının Türkçe olması ve Türk alfabesiyle yazılması esas olmalıdır. Adlarında Q, W, X gibi harfleri kullanan mağaza ve kuruluşlar, Atatürk'ün harf inkılâbına ve 1 Kasım 1928 gün ve 1353 sayılı alfabe kanununa aykırı hareket etmektedirler. Bilindiği gibi yirmi dokuz harfimiz içerisinde bu harfler yer almamaktadır. Bizzat Atatürk’ün hazırladığı bu kanunda harflerin adları be, ce, fe, ge, he, me, ne, te, ve… şekillerinde belirtilmiştir. Dolayısıyla, bu harfleri bi, si, di, ef, ci, eyç, em, en, ti, vi şekillerinde kullanmak da Atatürk’ün harf inkılâbına saygısızlıktır.

Ürünlerin tanıtımında, kullanma kılavuzlarında kullanılan yabancı dil de ayrı bir sorundur. Bir ürünü beğeniyor­su­nuz, satın alıyorsunuz. Eve gelip bakıyorsunuz, kullanma kılavuzunda ürünün nasıl kul­la­nılacağı İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça, Japonca, İspanyolca, Yunanca, Rusça anlatılmış, Türkçesi yok. Bu, sadece ithal ürünlerde değil, Türkiye'de üretilip de ihraç edilecek ürünlerde de görülüyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde ithal edilen ürünün kullanma kılavuzunda o ülkenin dilinin olmaması düşü­nü­lemez. Avrupa ülkeleri bu konuda son derece hassastır. Kendi dilinde kullanma kılavuzu olmaması hâlinde o ürünün ülkeye sokulmasına izin verilmez. Tüketicinin aldığı ürünü doğru bir şekilde kullanabilmesi için kullanma kılavuzunun anlaşılır bir dilde yazılması gerekir. Aksi takdirde tüketici satın aldığı mala istemeden zarar verebilir ve kullanma kılavuzuna uygun kullanmadığı için de ürün garanti kapsamı dışında kalabilir. Bu sebeple ürünlerin kullanma kılavuzlarında Türkçe açıklamaların mutlaka yer alması gerekir.

Az önce sözünü ettiğimiz kanun tasarısında bu konulara da çözüm getirilmek­te­­dir. Tasarının üçüncü maddesinde; «Ticarî kuruluşların ad ve unvanları ile mal, ürün ve hizmet adlarının Türkçe olması ve yeni Türk alfabesiyle yazılıp okunması zorunludur... Mal, ürün ve hizmetlerin sunuluş ve tanıtılmasında, kullanma tarifesi veya kitapçığında, bunlarla ilgili fatura, makbuz ve diğer belgelerde de Türk dilinin ve yeni Türk alfabesinin kullanılması zorunludur. Sunuluş ve tanıtımda, kullanma tarifesi veya kitapçığında, fatura, makbuz ve diğer belgelerde başka diller kullanılacaksa bunlar ilgili kitapçık ve belgelerde Türkçeden sonra yer alır.» hükmü bulunmaktadır.

Aslında bütün bunların bir kanuna gerek kalmadan olması gerekirdi. Millet olarak hep birlikte ana dilimize sahip çıksaydık, ana dilimize özen gösterseydik, ana dili öğretimini en az yabancı dil öğretimi kadar önemseseydik, bugün herkesin şikâyetçi olduğu durumla karşılaşmaz, dilimizi korumak için kanun çıkarma mecburiyetinde kalmazdık.

Kanunun yanı sıra başka tedbirler de alınabilir. Meselâ belediyeler iş yeri açma izninin verilmesi sırasında Türkçe ad kullanmayan mağaza ve kuruluşlara izin vermeyebilir. Nitekim Karaman, Afyon, Kastamonu, Kırşehir, Boyabat, Salihli, Turgutlu bele­di­ye­leri, iş yerlerinin tabelâlarında ve reklâm amaçlı ilânlarında Türkçe kökenli kelimeler kullanılması, yeni açılacak iş yerlerine Türkçe adlar konulması konusunda kararlar almışlardır. Türk Dil Kurumu, bu belediyelere onur belgesi vermiştir. Uygulamanın yurt sathına yayılması yararlı olacaktır.

Bütün bunlar, yürütülen çalışmaları, toplumumuzun benimsediğini, sağduyulu her insanın dilimize sahip çıktığını göstermektedir. Türk milleti diline sahip çıktıktan sonra, karamsar olmak gereksizdir. Bu sebeple, Türkçemizin geleceği konusunda hiçbir endişe taşımıyorum. Türkçemizi aydınlık günler beklemektedir.




KARAMANOĞULLARI BEYLİĞİ

On üçüncü asırda Konya ve havalisine hakim olup, 1487 senesine kadar devam eden büyük Türk beyliği. Karaman aşireti, Oğuzların Avşar boyuna mensuptur.

Türkiye Selçuklu Sultanı Birinci Alaeddin Keykubad (1219-1237), Türkmen aşiretlerini Bizans ve Kilikya hudutlarına yerleştirmişti. Bu sırada, 1228 senesinde Kilikya, Ermenilerden alınınca, Ermenek taraflarına da Karaman aşireti yerleştirildi. O zaman Karaman aşiretinin beyi Sa’deddin oğlu Nure Sufi idi. Türkmenler üzerinde nüfuz sahibi olan Nure Sufi, Hıristiyanlara ait yerleri zaptederek topraklarını genişletti. Ölüm tarihi bilinmeyen Nure Sufi’den sonra oğlu Kerimüddin Karaman aşiret beyi oldu. Bu sıralarda Türkiye Selçukluları Devleti, Moğol-İlhanlıların kontrolüne girmişti.

Karaman Bey; Ermenek, Mut, Gülnar, Mer’a ve Silifke kalelerini muhasara etti. Ermenek’i ele geçirdi. Sahib olduğu topraklarda serbestçe hareket ediyordu. Bundan dolayı Türkiye Selçuklu Sultanı Dördüncü Kılıç Arslan, Karaman Bey’in hadise çıkarmasından çekinerek ona, Larende (Bugünkü Karaman) Kalesini ikta olarak verdi. Aynı zamanda kardeşi Bunsuz da, Selçuklu Sultanının sarayında “candar” yani muhafız olarak vazifelendirildi. Fakat uç beylerinden bazılarının cezalandırılmasından endişelenen ve bir gün sıranın kendilerine geleceğini düşünen Karaman Bey, beraberinde kardeşi Zeynül-Hac ve Bunsuz olduğu halde 20.000 kişilik bir kuvvetle Konya üzerine yürüdü. Ancak Gevele Kalesi önünde yapılan muharebede Selçuklu Veziri Muinüddin Pervane, Karamanlıları mağlub etti. Karaman Beyin kardeşleri Zeynül-Hac ve Bunsuz yakalanarak Konya’da idam edildi.

Karaman Bey’in, 1262 senesinde vefatı üzerine Sultan Dördüncü Kılıç Arslan, bunun oğullarını Gevele Kalesine hapsettirdi ise de, Vezir Muinüddin Pervane’nin müdahalesi ile serbest bıraktı. Kardeşlerden en büyüğü olan Şemseddin Birinci Mehmet Bey, Ermenek tımarına sahib olarak Karaman Beyi oldu. Mehmet Bey, aşiret reisi olduktan bir süre sonra isyan eden Hatiroğlu ile birleşerek Selçuklulara karşı faaliyete geçti ve Bedreddin Huteni komutasında üzerine gönderilen Selçuklu-İlhanlı ordusunu Göksu Derbendinde, ani bir taarruzla bozguna uğrattı. Daha sonra Konya üzerine yürüyerek, Cimri lakabı verilen Alaeddin Siyavuş’u Selçuklu sultanı ilan etti. Mehmet Bey, yanında Alaeddin Siyavuş olduğu halde, 1277 senesi Mayıs ayının on ikisinde Konya’ya girdi ve Siyavuş’un veziri oldu. Toplanan divanda Türkçeden başka dil kullanılmamasına karar verdi. Bir süre sonra Akşehir ve civarında Sahib Ataoğulları idaresindeki bir orduyu yendi. Bu sefer dönüşü Konya’ya sokulmayan Karamanoğlu Mehmet Bey, Ermenek’e çekilmek mecburiyetinde kaldı. Bu sırada Sahib Cüveyni komutasındaki Selçuklu-İlhanlı ordusu Konya’ya geldi. Bu ordu ile yaptığı çarpışmada yakalanarak bazı kardeşleri ile birlikte öldürüldü (1277). Bu hadise bir süre için Karamanlıları sindirdi.

Mehmet Bey’in yerine kardeşi Güneri Bey geçti. Bu da, Selçuklu şehzadeleri arasındaki saltanat mücadelesinde büyük rol oynadı. Güneri Bey, 1286 senesinde Tarsus üzerine yürüdü. Aynı sene İlhanlılar, Larende ve havalisini tahrib ettiler. Güneri Bey, dağlara çekildi. Karamanoğulları, bu tarihten sonra Moğollarla bazan anlaştılar, bazan savaştılar. Güneri Bey 1300 senesinde vefat edince, yerine kardeşi Mahmut Bey geçti. Mahmut Bey, 1308 senesinde Ermenilerle savaşırken öldü. İki oğlu arasında çıkan ihtilaflar, beyliğin birliğini sarstı ve beylik, Memluklerin tesir sahasına girdi. Bu sırada beyliğin başına Yahşi Bey geçti. Yahşi Bey zamanında Karamanoğulları, tekrar Konya’ya hakim oldu. Anadolu beylerinin kendi başlarına hareket etmeleri üzerine, İlhanlı Valisi Emir Çoban idaresindeki Moğol ordusu, Anadolu’ya girdi (1314). Emir Çoban, Konya’yı Karamanoğullarının elinden aldı. Yahşi Beyin ölümü üzerine Karamanoğullarının başına Bedreddin Birinciİbrahim geçti. Karamanlılar bunun zamanında da Konya’ya hakim oldular. Bedreddin İbrahim 1319 senesinde Tarsus Ermenileri üzerine sefer düzenleyerek bazı yerleri ele geçirdi. İlhanlıların Anadolu Valisi Timurtaş’ın 1327 senesinde Mısır’a kaçması üzerine, diğer Anadolu beyleri gibi Karamanoğulları da serbestçe hareket etmeye başladılar.

İlhanlıların çöküşü ile Karamanlılar hudutlarını genişletmeye devam ettiler. 1328 senesinde Gevele Kalesine kadar ilerlediler. Beyşehir’e hakim oldular. 1333 senesinde Birinci İbrahim Bey, beylikten çekilerek yerini, kardeşi Alaeddin Halil Bey’e bıraktı. Bu beyin vefatından sonra, yeniden Birinci İbrahim Bey Karamanlıların başına geçti. Ölümü üzerine yerini oğullarından Fahrüddin Ahmet bey aldı. Beyliği çok kısa süren Ahmet Bey, Moğollar ile muharebe ederken öldü (1350). Bundan sonra kardeşleri Süleyman ve Şemseddin beyler kısa süreler ile başa geçtiler. Karamanoğulları Beyliğinde bu iki kardeşi, Burhaneddin Musa Bey takib etti. Bu bey, hastalığı yüzünden Seyfeddin Süleyman ile Karaman Bey’i Larende’ye göndererek kendisi Mut’a çekildi. 1356 senesinde Musa Beyin yerine Süleyman Bey geçti. Beş sene kadar saltanat süren Süleyman Bey, Sivas Emiri Eretnaoğlu Mehmet Bey tarafından bir hileyle öldürüldü (1361). Bundan sonra Ebü’l-Feth lakabını taşıyan Alaeddin Ali Bey Karamanlıların başına geçti.

Alaeddin Ali Bey, başa geçer geçmez Osmanlılarla münasebet kurdu. Ali Bey, faal, mücadeleci ve azim sahibi bir hükümdardı. Osmanlı Sultanı Murat Hüdavendigar’ın kızı Nefise Sultan ile evlenerek iki sülale arasında akrabalık tesis etti. Osmanlıların Anadolu’ya yayılmalarından ve beylikleri elde etmelerinden çekinen Alaeddin Ali Bey, Eretnaoğulları ve diğer Türk beyleri ile bir ittifak kurma gayretine düştü. Fakat Sultan Birinci Murat’ın aldığı yerinde tedbirler bu gayretleri neticesiz bıraktı. Alaeddin Ali Bey, daha sonra Kıbrıslıların elinde bulunan Gorigos (Kız Kalesi) üzerine yürüdü ve kaleyi muhasara etti. Kendisini bu sefere teşvik eden Moğol kumandanı Yelboğa Nasıri’nin muhasara sırasında ölümü üzerine, Karamanlılar muhasarayı kaldırarak geri çekildiler. Alaeddin Ali Bey, daha sonra komşu beyliklerin arazisinden bazı yerleri zaptetti. 1376 yılında Kayseri’yi muhasara edince, Eretnaoğlu Ali Bey Sivas’a çekildi. Fakat Eretnaoğlunun veziri Kadı Burhaneddin, Alaeddin Ali Beyi geri çekilmek zorunda bıraktı.

Alaeddin Ali Bey, kayınpederi ve Osmanlı Sultanı Birinci Murat Han’ın, Rumeli’de fetihlerde bulunmasından faydalanarak, Osmanlılara ait olan Beyşehir’i ele geçirdi. Bunun üzerine Rumeli’den Anadolu’ya geçen Sultan Murat Han, yaptığı muharebede Karamanoğullarını mağlub ederek, Konya’yı muhasara etti ise de, Kızı Nefise Hatunun ricası ile aldığı yerleri iade ederek barış yaptı (1386). Bu sulh, 1389 senesinde Sultan Murat Hüdavendigar’ın Kosova’da şehit olması üzerine Karamanlılar tarafından bozuldu. Alaeddin Bey, tekrar Osmanlı topraklarına girdi. Bu durum karşısında Osmanlı sultanı olan Yıldırım Beyazıt Han, Batı Anadolu’ya geçerek, Saruhan, Aydın ve Menteşe beyliklerini Osmanlı topraklarına ilhak ettikten sonra, Karamanoğlu Alaeddin Ali Beyi mağlub ederek tekrar sulhe mecbur etti. Daha sonraki senelerde, Timur Han’ın Doğu Anadolu’ya hakim olmasıyla, Alaeddin Ali Bey, ona tabi oldu. İki düşman arasında kalan Kadı Burhaneddin, Karamanlılara karşı harekete geçti ve 1396 senesinde Konya önlerine kadar gelerek, beylik topraklarının bir kısmını ele geçirdi. Bu hadiseden iki sene kadar sonra Alaeddin Ali Bey, Osmanlı Sultanı Yıldırım Beyazıt Han’ın Rumeli Seferinde olmasından faydalanarak, tekrar Osmanlı topraklarına girdi ve Ankara’ya baskında bulundu. Bu olay üzerine Yıldırım Beyazıt Han, büyük bir ordu ile Karaman seferine çıktı. Arpaçay Muharebesinde Karaman ordusunu bozguna uğrattı. Alaeddin Ali Bey’in Konya’ya sığınması üzerine, Yıldırım Beyazıt Han Konya’yı muhasara etti. On günlük bir muhasaradan sonra Konya halkı, şehri Sultan Beyazıt’e teslim etti. Alaeddin Bey, yakalanarak öldürüldü. Böylece Karaman Beyliğinin toprakları Osmanlılara geçerek beylik sona erdi (1398). Yıldırım Beyazıt, kız kardeşi Nefise Hatun ile iki oğlu Ali ve Mehmet Beyleri Bursa’ya gönderdi. Bu iki kardeş Ankara Savaşı sonuna kadar burada kaldılar.

Yıldırım Beyazıt’in 1402’de Ankara Savaşında Timur’a yenilmesi üzerine, Karamanoğullarından Mehmet ve Ali Bey Bursa’da hapisten çıkarıldı. Timur Han, Karaman Beyliği’nin başına Alaedin Bey’in büyük oğlu Mehmet Bey’i geçirdi. Kardeşi Ali Bey, ona tabi olarak Niğde emiri oldu. Mehmet Bey, fetret devrinde Osmanlı şehzadeleri arasındaki taht mücadelelerinden istifade etmesini bildi. Sultan Çelebi Mehmet Han’ın müttefiki Germiyanoğlu Yakub Bey’in arazisine girdi. Bursa üzerine yürüyüp şehri tahrip etti (1413). Buna karşılık olarak Çelebi Mehmet Han da, Karamanoğulları arazisine girdi ve 1414 senesinde Konya önlerinde Mehmet Bey’i mağlup etti. Mehmet Bey, çok geçmeden tekrar Osmanlı topraklarına girdi. Fakat Beyazıt Paşa karşısında bozguna uğrayıp, esir düştü. Sultanın huzuruna getirilen Karamanoğlu Mehmet Bey özür dileyince, 1415 senesinde barış yapıldı. Antlaşmaya göre, Osmanlılar, zaptettikleri Akşehir, Beyşehir ve Seydişehir’e hakim oldular.

Ramazanoğlu Ahmet Bey, Timur Han’ın Anadolu’da bulunduğu sırada, Karamanoğullarına ait Tarsus şehrini ele geçirip, Memluk Sultanı Melik Müeyyed Şeyh adına hutbe okuttu. İki sene sonra Mısır ve Şam emirleri arasındaki ihtilaftan istifade eden Mehmet Bey, oğlu Mustafa Bey kumandasında bir ordu ile Tarsus’u tekrar ele geçirdi. Bu durum Memluk Sultanıyla arasının açılmasına sebep oldu. Memluk Sultanı Müeyyed, oğlu İbrahim kumandasında bir orduyu Anadolu’ya gönderdi. Mehmet Bey, Memluk kuvvetlerinin Niğde, Konya Ereğlisi ve Larende’yi zabtetmesi üzerine Taşeli’ne kaçtı. Karamanoğulları toprakları Memluk Devleti’nin himayesinde olarak Mehmet Bey’in kardeşi ve Niğde emiri Ali Bey’e verildi. Bu hadiselerden sonra Karamanoğlu Mehmet Bey’in Kayseri’yi ele geçirme teşebbüsü neticesiz kaldı. 1420 senesinde yapılan muharebede, Ramazanoğlu Nasıreddin Mehmet Bey tarafından esir alınarak Kahire’ye gönderildi ve burada hapsedildi.

Mehmet Beyin büyük oğlu İbrahim Bey, Osmanlılara sığındı. Osmanlıların yardımı ile Konya ve Larende’yi ele geçirdi. Amcası Ali Beyi tekrar Niğde’ye çekilmek zorunda bıraktı. Osmanlıların, Karamanoğullarının iç işlerine müdahalesini hoş karşılamayan Memluk Sultanı, Mehmet Bey’i serbest bıraktı. Mehmet Bey, başa geçer geçmez, Osmanlılara karşı cephe aldı. Hamidoğlu Osman Bey ile anlaşarak Antalya üzerine bir sefer düzenledi. Antalya Muhafızı Hamza Bey şehri kahramanca müdafaa etti. Muhasara sırasında Mehmet Bey isabet eden bir top güllesiyle öldü (1423). Bu sefere katılan İbrahim Bey, babasının cenazesini alarak Larende’ye çekildi. Kardeşi Alaeddin Ali Bey ise, Antalya’ya sığındı. Böylece ikinci defa Karaman tahtına çıkan İbrahim Bey, Osmanlıların yardımı ile amcası Ali Bey’i tekrar Niğde’ye çekilmeye mecbur etti. Fakat daha sonra Osmanlılarla olan dostluğu bozdu. Kendisini kuvvetli hissedince beyliğin üzerindeki Memluk nüfuzuna da son verdi. Memlukler, İsa Beyi kardeşi İbrahim’e karşı destekledilerse de muvaffak olamadılar. İsa Bey, Kahire’ye kaçtı. İbrahim Bey’in zamanında Karamanoğulları en parlak devirlerini yaşadılar. Osmanlılar aleyhine ittifak yapan İbrahim Bey, 1433 senesinde Macarların Osmanlılara saldırmasını fırsat bilerek Beyşehir’i aldı. Osmanlı sultanı, Rumeli’de Macarları yendikten sonra Karamanoğlu İbrahim Bey üzerine yürüdü. Konya’ya kadar birçok şehri zaptetti. İbrahim Bey’in sulh isteği, 1453 senesinde aldığı yerleri geri vermek ve bir daha antlaşmaya aykırı harekette bulunmamak şartıyla kabul edildi.

Diğer taraftan, Memluk Sultanlığı ile Dulkadiroğulları arasındaki ihtilaftan faydalanan İbrahim Bey, Kayseri’yi ele geçirdi. Bu durum Osmanlılarla Memluklerin arasını açtı. Kayseri’den sonra Osmanlı topraklarına giren ve Amasya Kalesini muhasara eden İbrahim Bey’e karşı Sultan İkinci Murat Han, kendisinden yardım isteyen Dulkadiroğlu Süleyman Bey’e yardımcı kuvvet gönderdiği gibi, Tokat sancak beyine de bu kuvvetlere katılarak Kayseri’yi zaptetmelerini emretti ve şehir 1436 senesinde alındı. Bundan sonra İbrahim Bey’in kardeşi olan ve Osmanlıların yanında bulunan İsa Bey, Karaman arazisine yaptığı akınlarda Akşehir’i ele geçirdi. Karamanoğlu üzerine yapılan akınların birinde İsa Bey öldü. 1437 senesinde İbrahim Bey’in Osmanlı Devleti ile sulh yapması üzerine Anadolu’da sükunet hasıl oldu.

İbrahim Bey, 1444 senesine kadar Osmanlı Devletine karşı hiçbir harekette bulunmadı. Fakat Osmanlılar Sofya’ya kadar inen Haçlı kuvvetlerini karşılamaya gittiklerinde, Osmanlı Devletini arkadan vurmakta da tereddüt etmedi. Karamanoğlu kuvvetleri Ankara ve Kütahya’ya kadar olan yerleri tahrip ettiler. Sultan Murat Han, Macarları mağlub ettikten sonra, Anadolu’ya geçerek Karamanoğulları üzerine büyük bir sefer düzenledi. İslam aleminde suçlu duruma düşen ve çaresiz kalan İbrahim Bey, yemin vermek suretiyle ağır şartlar altında Osmanlı Devleti ile sulh yaptı. Bu ahidnamede İbrahim Bey, her sene bir oğluyla kendi askerini Osmanlı Devlet hizmetine göndermeyi taahhüd ediyordu. Edirne-Segedin antlaşması bozulup, Haçlıların taarruz ederek Varna önüne geldikleri zaman, İbrahim Bey yeminine sadık kalarak, antlaşmaya aykırı bir harekette bulunmadı. İkinci Kosova Savaşı’nda (1448) Haçlılara karşı Osmanlı ordusuna yardımcı kuvvetler gönderdi.

Hıristiyanlara karşı yapacağı bir seferin, üzerindeki kötü intibaı sileceğini hesaplayan İbrahim Bey, henüz Kıbrıslıların elinde bulunan Gorigos’a taarruza karar verdi ve 1448 senesinde Gorigos’u fethetti. 1451 senesinde Osmanlı tahtına Sultan İkinci Mehmet Han’ın geçmesi, İbrahim Bey’e yeni ümitler vermişti. Fakat Sultan Mehmet’in Karaman üzerine yürümesi onu tekrar barışa mecbur etti. İstanbul’un fethi hazırlıkları sırasında Karamanoğulları Venedikliler’le ticaret antlaşması yaptılar. Hakikatte antlaşmada zikredilen düşman, Osmanlı Devleti’ydi. İbrahim Bey, 1456 senesinde Tarsus, Adana ve Külek taraflarını ele geçirmek için sefer düzenleyince, Memlukler, bir ordu göndererek Karaman topraklarını tahrib ettiler. İbrahim Bey, Fatih Sultan Mehmet’in Kastamonu ve Trabzon seferlerinde, antlaşma gereğince oğlu kumandasında asker yolladı (1461).

İbrahim Bey’in son günleri ızdırap içinde geçti. Oğulları sağlığında Karaman tahtına geçebilmek için, mücadeleye başladılar. İbrahim Bey, büyük oğlu İshak Bey’i veliaht ve İçel valisi yapmıştı. İshak Bey, babasının sağlığında idareyi bizzat ele aldı. Fakat, taht mücadelesinde babasıyla beraber Kavala Kalesi’ne çekildi. Diğer oğlu Pir Ahmet, Konya’da hükümdarlığını ilan etti. Bu sırada İbrahim Bey, Kavala’da öldü. İshak Bey’e rakib olarak Pir Ahmet’in çıkması; Osmanlı, Memluk ve Akkoyunlu devletlerinin, beyliğin iç işlerine karışmalarına sebep oldu. Neticede Pir Ahmet, Osmanlıların yardımını sağlayarak Antalya Valisi Hamza Bey’in kuvvetleriyle Karaman’a girdi. İshak Bey, yenilerek Silifke’ye çekildi ve yardım için Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın yanına gitti. Pir Ahmet, Karamanoğulları’nın başına geçince, Osmanlılara yardımları karşılığında Beyşehir ve Ilgın’ı verdi. Fakat Ahmet Bey’in bir süre sonra Akkoyunlu ve Venedikliler’le anlaşması, Fatih Sultan Mehmet Han’ın Karaman üzerine sefere çıkmasına sebep oldu. Osmanlı kuvvetleri Konya’yı aldı. Ahmet Bey, Larende önlerinde Mahmut Paşa’ya yenilerek Tarsus’a kaçtı. Fatih Sultan Mehmet, oğlu Şehzade Mustafa’yı Karaman vilayetine tayin etti ise de, Karaman’ın yerli halkı beylerine sadıktı. Pir Ahmet Bey, kardeşi Kasım Bey’le barışarak Karaman Beyliği için beraberce mücadele etti. Akkoyunlu Uzun Hasan ve Venedikliler’in teşebbüsleri, Karaman topraklarının Osmanlılar tarafından ele geçirilmesini önleyemedi. Osmanlılar, Otlukbeli Savaşında Uzun Hasan’ı yendikten sonra, Karamanoğlu topraklarına tamamiyle sahib oldu. Gedik Ahmet Paşa, önce Ermenek, sonra da Mennan Kalesini ele geçirdi ve Silifke’yi zaptetti. Şehzade Mustafa da Develi-Karahisar’ı teslim aldı. Bu sırada Pir Ahmet öldü ve Karamanoğulları’nın başına Kasım Bey geçti. Kasım Bey devrinde bütün mücadelelere son verildi.

Karaman valiliğine gönderilen Şehzade Cem Sultan, Karaman beyleri ile dostluk tesis ederek onların kalbini kazandı. Karamanoğulları’nın son varisi olan Kasım Bey, Karaman valisi tayin edilen Şehzade Cem Sultan ve Sultan İkinci Beyazıt Han ile anlaşarak Osmanlı himayesinde ölüm tarihi olan 1483 Şubatına kadar İçel taraflarında hüküm sürdü. Onun ölümü ile Karamanoğulları Beyliği sona erdi.

Kasım Bey’in damadı Turgut’un oğlu Mahmut Bey, 1487 senesine kadar İçel’de sancak beyliği yaptı. Onun beyliği yeniden ihya etme faaliyetlerine karşılık üzerine kuvvet gönderildi. Karşı duramayan Mahmut Bey tutunamayıp, Memluklere sığındı, Karamanoğulları toprakları Sultan İkinci Beyazıt devrinde bütünüyle Osmanlı Devleti sınırları içine alındı.

Karamanoğulları, Anadolu beyliklerinin, Osmanoğulları’ndan sonra en büyüğü, en kudretlisi ve en devamlısıdır. Konya’yı yani Türkiye Selçukluları’nın merkezini elinde tutan Karamanoğulları, kendilerini Selçukluların halefi saymışlardır. Fakat Osmanoğulları’nın, manevi, siyasi ve jeopolitik durumları, gazalarının kazandırdığı itibar ve hükümdarlarının emsalsiz dehası karşısında bu iddiaları hayalden öteye gidememiştir. Karaman-Türkmen Beyliği, 1250 senelerinden 1487 yılına kadar yaklaşık iki yüz otuz yedi sene hüküm sürmüştür.




Kültür ve medeniyet

Karamanoğullarının siyasi ve ticari ehemmiyeti memleketlerinin coğrafi durumuna göreydi. Bunlar kuvvetli düşmanları karşısında sarp yerlere çekilerek korunurlar, tehlike geçince tekrar İçel ve Larende taraflarına gelirlerdi. Karaman Beyliği’nin ilk hükumet merkezi Ermenek’ti. Sonraları toprakları genişleyince Larende kasabasını uzun müddet merkez olarak kullandılar. Konya’yı elegeçirince devlet merkezini buraya taşıdılar. 1463 senesinde Konya Osmanlılara geçince, Larende’yi tekrar merkez yapan Karamanoğulları ikiye bölündü. Bu zamanda muvakkat olarak Niğde ve Silifke’yi de hükumet merkezi yaptılar. Karamanoğulları’nda, memleketin bütünü baştaki bey ile ailenin diğer fertleri tarafından idare edildiğinden, bu beylikte hükümranlık aileye münhasır idi ve beylerinin resmi ve umumi bir ünvanı yoktu.

Şehabeddin Ömer, Mesalik-ül-Ebsar isimli eserinde, 14. asrın ilk yarısında, Karamanoğulları’nın 25.000 atlı ve 25.000 yaya askeri olduğunu kaydetmiştir. Bunlardan başka aşiret kuvvetlerinden de faydalanmışlardır.

Geçitler vasıtasıyla Konya’ya ulaşan ticaret yollarını kontrol eden Karamanlılar, Ceneviz ve Kıbrıs tacirlerinden aldıkları vergiler ile mühim bir gelir temin ediyorlardı. Lamos, Silifke, Anamur ve Manavgat gibi kendilerine ait limanlardan tahsil ettikleri gümrük resmi de belli başlı gelirlerindendi.

Karamanoğullarının Ermenek, Anamur, Larende, Aksaray, Niğde ve Konya’da inşa ettirdikleri mimari eserler, Selçuklu sanatının takibçisi olduklarını göstermektedir. Karaman’da Nefise Sultan tarafından Mimar Numan bin Hoca Ahmet’e yaptırılan Hatuniye Medresesi, Selçuklu mimari tarzının özelliklerini taşır. Yine Karaman’da 1388 senesinde yaptırılan Alaeddin Bey Kümbeti, kesme taştan on iki köşeli olup, üzeri yivli konik bir külah ile örtülüdür. Bu eser, Selçuklu mimarisi tarzından farklı bir üslupla yapılmıştır. Karamanoğulları ayrıca birçok yerde cami, medrese, han ve kervansaraylar inşa ettirmiştir. Niğde’de Ak Medrese, Zinciriye Medresesi, Aksaray Ulu Cami; Karaman’da İbrahim Bey İmareti, Nefise Sultan Camii, Aktekke Camii; Ermenek’te Havasıl Camii ile Ulu Cami ve Tol Medrese; Konya’da Nasuh Bey Dar-ül-Huffazı, Has Bey Dar-ül-Huffazı ve Hasbeyoğlu Mescidi Karamanoğlu beyleri tarafından yapılmış eserlerdir.

Çini sanatı, Türkiye Selçukluları zamanında zirveye çıkmış, Karamanoğulları zamanında da bu durumunu muhafaza etmiştir. Alçı sanatı da aynı kuvvetle devam etmiştir. Karamanoğullarından Alaeddin Ali Bey ve haleflerinin gümüş sikkeleri görülmektedir.




Karamanlı Beyleri Saltanatı

Nure Sufi Bey................................... (?)
Kerimüddin Karaman Bey....... 1256-1262
Şemseddin Birinci Mehmet Bey 1262-1277
Güneri Bey............................ 1277-1300
Bedreddin Mahmut Bey......... 1300-1308
Yahşi Bey............................. 1308-1312
Birinci İbrahim Bey................ 1312-1333
Alaeddin Halil Bey................. 1333-1348
Birinci İbrahim Bey (ikinci saltanatı) 1348-1349
Fahrüddin Ahmet Bey............ 1349-1350
Süleyman ve Şemseddin Beyler 1350-1351
Burhaneddin Musa Bey.......... 1351-1356
Seyfeddin Süleyman Bey....... 1356-1361
Birinci Alaeddin Bey............... 1361-1398
Osmanlı hakimiyeti................ 1398-1402
İkinci Mehmet Bey................ 1403-1418
İkinci Alaeddin Ali Bey........... 1418-1419
İkinci Mehmet Bey (ikinci saltanatı) 1419-1423
İkinci Alaeddin Bey................ 1423-1424
İkinciİbrahim Bey................... 1424-1446
Sultanzade İshak Bey ve Pir Ahmet Bey 1466-1479
Kasım Bey............................ 1479-1483
Turgutoğlu Mahmut Bey......... 1483-1487
Osmanlı fethi................................. 1487





HABER

'Türk Dil Bayramı'
13.05.2012

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ''Anadolu'da Yunus Emre gibi gönül erlerinin de katkısıyla daha da olgunlaşan Türkçenin; ortak dil, ortak miras olmakla birlikte, birlik ve beraberliğin de en önemli teminatlarından'' olduğunu belirtti. Başbakanlık Basın Merkezi'nden yapılan açıklamaya göre Başbakan Erdoğan, ''Türk Dil Bayramı ve Yunus Emre'yi Anma Haftası'' dolayısıyla bir mesaj yayımladı.

Dünyanın en kadim dillerinden biri olan Türkçenin, yüksek bir medeniyetin, yüksek bir kültürün, sevginin ve hoşgörünün dili olduğunu ifade eden Erdoğan, mesajında şunları kaydetti:

''Bilhassa Anadolu'da, Yunus Emre gibi gönül erlerinin de katkısıyla daha da olgunlaşan Türkçe; hepimizin ortak dili, ortak mirası olmakla birlikte, birlik ve beraberliğimizin de en önemli teminatlarındandır. Bizler bugün, Yunus Emre'nin bize bıraktığı dil mirasını, büyük bir sorumluluk içinde taşıyor, bu mirası daha da zenginleştirerek gelecek nesillerimize en iyi biçimde aktarmak için çalışıyoruz.

Nitekim, Yunus Emre Kültür Merkezi adıyla dünyanın pek çok yerinde açtığımız uluslararası enstitülerimiz, hükümetimizin dilimizi geliştirme ve yaygınlaştırma yönünde attığı somut adımların başında gelmektedir. Bu enstitüler, dünyanın farklı ülkelerinde arzu edenlere Türkçe öğretmekte, ülkemizin kültürünü tanıtmaktadır.

İnanıyorum ki günümüz şairleri, yazarları ve akademisyenlerinin yanı sıra Türk Dili Kurumu ve Yunus Emre Kültür Merkezi gibi kuruluşlarımızın çabaları sayesinde Türkçemiz, gelecekte dünya dilleri arasında çok daha yaygın, çok daha itibarlı bir hale gelecektir.

Bu düşüncelerle, Türk Dil Bayramı ve Yunus Emre'yi Anma Haftası'nı kutluyor, büyük şair ve gönül eri Yunus Emre'yi rahmetle anıyor, tüm vatandaşlarımızı sevgiyle selamlıyorum.''





HABER

Karamanoğlu Mehmet Bey Türkçe'yi resmî dil ilân etti

Karamanoğlu Mehmet Bey, 1277 yılında Konya'yı Karamanoğulları topraklarına kattı ve Türkçe'yi resmi dil ilan etti.





www.biyografi.net (Binlerce Biyografi)