1925 yılında Şanlıurfa'nın Siverek ilçesinde doğdu. Lise öğrencisiyken Servetifünun Uyanış dergisinde şiirleri yayınlanmaya başladı. Dört Yol Ağzı isimli şiir kitabını yayınlandı. Ancak bir süre sonra, şiiri bıraktı. 1940’lı yıllarda edebiyatla uğraşan bir gazetecidir. 1981 yılında yazdığı bazı anılarını, 2002 yılında Kitap-lık dergisinde yayınladı. Son yılarında Balıkesir'in Akçay ilçesinde yaşadı.
2002 yılında öldü.
HAKKINDA YAZILANLAR
Yeniden Kenan Harun Ahmet Miskioğlu
İki sayı üst üste Kenan Harun'dan söz açtım, artık bırakacaktım ama, bırakamadım; bu adı, kimsenin tanımadığını sanırken, tanıyanların ortaya çıkması beni yeniden onun üzerinde durmaya zorladı.
İlk yazımın ardından Naim Tirali telefon etmiş, Kenan Harun'un arkadaşı olduğunu ve yayımlanmış kitabının bulunduğunu söylemişti bana. Bir süre sonra bir telefon daha: En eski dergi üyelerimizden Saffet Kartoğlu konuştu. Kenan Harun'u iyi bilirmiş, şiirleri hâlâ belleğinde imiş. Hele "Karını Olmalısın Güzel" adlı şiiri hâlâ taptaze ezberindeymiş. Bu şiir, onun yaşamında çok önemli rol oynamış.
Saffet Kartoğlu, şiiri bana da göstermek üzere, yayımlandığı "Yeni Şiirler 1949" adlı kitabın tıpkıçekimini gönderdi. Varlık Yayınlarınca yayımlanmış bir seçki bu. 83 şairin 122 şiirini içeriyor. Önsözü Yaşar Nabi yazmış. Şiirlerin seçiminde Ziya Osman Saba, Behçet Necatigil, Atilla İlhan, Oktay Akbal; Yaşar Nabi ile birlikte emek vermişler. Bir ara Sabahattin Eyüboğlu da toplantılarına katılmış. Şairleri yaş sırasına göre dizmişler. Kenan Harun (1925)'a değin şu adlar sıra ile yer alıyor: Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Osman Saba, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Rıza Apak, Oktay Rıfat, Sabahattin Teoman, Baki Süha Ediboğlu, Behçet Necatigil, Orhan Murat Arıburnu, Cahit Külebi, Nahit Ulvi Akgün, Hasan Şimşek, İskender Cenap Ege, Ceyhun Atuf Kansu, Halim Yağcıoğlu, Emin Ülgener, Salâh Birsel, Halit Tanyeli, Sabahattin Kudret, Rüştü Onur, Arif Hikmet Par, İlhan Oymak, Necati Cumalı, Orhan Asena, Cahit Obruk, Limasollu Naci, Nuri Tarhan, Bedri Gider, Lütfü Özkök, Gaye Nail Ozanoğlu, Muzaffer Tayyip Uslu, Şinasi Özdenoğlu, İbrahim Zeki Burdurlu, Nazmi Şener, Necati Tözge, Muzaffer Uyguner, Ahmet Arif, İsmail Ali sarar, Atilla İlhan, M. Sunullah Arısoy, Azmi Tekinalp, Subutay Karsan, Muammer Bayman ve Kenan Harun... En küçükleri Kenan Harun... Kitapta daha küçükler de var; yaş sırasıyla uzayıp gidiyor...
Yaşar Nabi'nin başka bir yerde yayımlanmamış şiirlerden oluştuğunu söylediği "Yeni Şiirler 1949" kitabından Kenan Harun'un "Karım Olmalısın Güzel" şiirini aşağıya alıyorum:
KARIM OLMALISIN GÜZEL
Karım olmalısın güzel; Yaşamalısın benimle aynı hayatı, Kavak yelleri halinde esmelisin başımdan! Bir şarkı gibi içime dolmalısın. Karım olmalısın güzel. Ellerin donatmalı evimin her köşesini. Şenlendirmelisin. Gözlerinin ışığıyla pırıl pırıl etmelisin Karanlık gecelerimi. Karım olmalısın güzel. Başını koymalısın kalbimin üzerine. Dalıp da nihayetsiz bir hülya alemine, "Ne kadar da güzelmişsin sevgilim, Ne kadar da güzelmiş seninle geçen günler!" Diyebilmeli dilim. Karım olmalısın, güzel. Sonra karınca kararınca bir de işim olmalı: Her akşam yorgun argın dönünce sana Güzel gözlerin gülerek açmalısın kapıyı. Sarhoş yaşamalıyım her gün saadetimden. Gülüşünle yok olmalı fenalıklar, zulümler: Bir tek sen olmalısın kalbimde ve kafamda. Bir tek sen Bir tek sen
Olmalısın güzel, karım olmalısın. Zira bana ekmek kadar, su kadar. Hava kadar lâzımsın.
Okurumuz Sayın Saffet Kartoğlu, o yıllarda, Kenan Harun gibi, genç mi genç bir adamdır. Coşuyor bu şiirle. Kendiliğinden ezberliyor. Yakınlık duyduğu, sevdiği, imrendiği bir kız da var. O kıza bu şiiri "güzel" sözcüklerinin yerine o kızın adını koyarak okuyor. Sonra yeniden okuyor. Yeniden, yeniden okuyor... Kız da etkileniyor. Evleniyorlar. İşte Saffet Kartoğlu'nun "Bu şiir yaşamımda önemli bir rol oynadı" demesi bu nedenledir. Kenan Harun bilseydi ne ölçüde sevinirdi! Ne ölçüde kıvanç duyardı! Kim bilir!
Geçen sayılarımızda Kenan Harun'u ele almamız üzerine Cumhuriyet'te Hürriyet Yaşar, Özgür Kocaeli'nde Ruşen Hakkı; destekler biçimde yazılar yazdılar. İleride, onlardan da söz açmak olanağımız olabilir. Daha sonra da Sayın Mücap Ofluoğlu'ndan bu konuda mektup aldım. Meğer Mücap Ofluoğlu'nun da arkadaşıymış Kenan Harun. 1969'un ilkyazında "Mücap Ofluoğlu Tivatrosu" Anadolu turnesine çıktığında Ankara AST Sahnesi'nde Selçuk Kaskan'ın ''Dolap Beygiri" oyununu oynamışlar. Oyun üzerine "Sevgili Kenan Harun", bir eleştiri yazısı yazmış... Benim yalnızca şiirlerinden tanıdığım birinin böyle anımsayan arkadaşlarının bulunduğunu görmek, ne güzel bir olay!
KENAN HARUNUN BİR YAZISI
1940’lardan Birkaç Kesit: Servetifünun ve Özdemir Asaf Kenan Harun Kitap-lık Sayı: 133 / Aralık 2009
Cağaloğlu’nda, anacaddeye paralel o küçük sokakta, İstanbul Kız Lisesi’nin tam karşısında bir bina... Ahmet İhsan Matbaası. Binanın giriş kısmı uzunca bir dehliz gibi. Hemen sağda bir kapıdan geniş bir salona giriliyor. Bir antre de denebilir buraya. Sağda beş altı metrelik bir banko. Bankonun bittiği yerde pirinç parmaklıkla bir bölme ile ayrılmış, küçük girişli, küçük bir oda. Bir masa ve dört beş sandalye sığacak genişlikte, ancak. Ünlü bir edebiyat kuşağını, Tevfik Fikret gibi büyük şair üstatlarını sinesinde barındırmış ünlü Servetifünun dergisinin yönetim yeri bu küçük oda.
Yıl 1943. Derginin adına küçük bir ilave yapılmış şimdi: Servetifünun-Uyanış olmuş. Küçük odadaki masanın sahibi, yani derginin Yazı İşleri Müdürü Cavit Yamaç: 23 yaşında, esmer, yakışıklı, simsiyah gözleriyle, ciddi fakat dostane bir hava içinde çevresine sempati saçan bir delikanlı. Birkaç yıl önce Romanya’dan Türkiye’ye göç eden bir ailenin entelektüel, Batı edebiyatı ile haşir neşir çocuğu. Bir iki yabancı dil biliyor, özellikle Fransız edebiyatını kaynağından devamlı izliyor. Şair ve edebiyatçı. Şiir yazıyor, hikâyeler yazıyor, roman denemelerine girişiyor, ciddi ve mizahi eleştiri yazıları yayımlıyor. Fransızca ve Romenceden kaliteli yazılar çeviriyor. Masasının etrafında en sık görünen kişiler Gavsi Ozansoy, A. Suavi Koçer, Saim Nahit Bilga, Oktay Akbal, Esat Sadun Sümer, Özdemir Asaf ve ben... Taşrada öğretmenlik yapmakta olan İlhan Berk’le Osman Turgut Pamirli’yi o yılın yazından itibaren okulların tatilinde ben de aramızda görmeye başlıyorum. Ekibin en genciyim ben; 18 yaşında bir lise öğrencisi. Ama ötekiler de Yamaç emsali.. Benden, bilemediniz üç beş yaş büyükler. Sanırım Suavi, Saim biraz daha yaşlılar bizlerden. İki yıl evvel Afyon Lisesi’nde okurken Servetifünun’da imzasını gördüğüm Yamaç’a yazdığım bir mektuba eklediğim bir şiirimi beğenerek bana cevap verince başlayan dostluğumuz o güne dek yazışma ile sürmüş. Gerek Afyon’dan, gerek Mersin’de Deniz Lisesi’nde öğrenci iken yazdığım ve mektupla yolladığım şiirler İstanbul’da Servetifünun’da, Yücel’de, Ankara’da Varlık’ta, Dikmen’de falan yayımlanmış. Hatta o ara Yücel dergisinin Orhan Burian tarafından hazırlanıp yayımlanan bir antolojisinde, kitabın son kısmındaki “Nebula” başlıklı bölümünde bir şiirim yer almış. O yıl İstanbul’a ilk gelişim. Saraçhanebaşı’ndaki ünlü Hayriye Lisesi’nin 10. sınıfındayım. Sanat ve şiir aşkı ile okul kitapları dengesini zelzeleye uğratmaktan kendimi alıkoymadığımdan Afyon’da belge almaktan kurtulmak için kapağı atmak zorunda kaldığım Hayriye Palas’tayım.
Hepimiz heyecanlı bir şiir ve sanat humması içindeyiz. Nâzım’ın “putları devirme” döneminden sonra Garip’le başlayan modern şiir akımlarının atmosferinde biz de Yamaç’ın, Ozansoy’un öncülüğünü yaptığı yeni bir hareketin içindeyiz. Her gün dergideyiz. Harıl harıl çalışıyoruz. Ötekiler, en azından liseyi bitirmiş oldukları, bazıları üniversitede okudukları için serbestler, rahat rahat gelip gidebiliyorlar. Ama benim durumum ters mi ters. Zira yatılı öğrenciyim. Hayriye Palas’ın “palas”lığı ders bakımından devam ediyor ama bizden önceki dönemlerde uygulanan elini kolunu sallaya sallaya okula girip çıkma serbestisi kalmamış. Geceden yaptığımız planlarla sabahları daha şafak sökerken –çeşitli amaçlara yönelik kaçaklar– yataklarımızdan fırlıyor, kahvaltıyı falan beklemeden duvarlar tırmanarak, dikenli teller üstünden atlayarak aşabiliyoruz okulun kilitli, kocaman demir kapısını. Meram etseler onu da önleyebilir okul yöneticileri ya. Zira kaçışlarımızın çoğunda kara yağız, şişmanca müdür yardımcısını pencereden bizi seyrederken görüyoruz. Koltuğumda Fransızca edebiyat dergileri, şiir kitapları, Le Petit Larousse’lar, sözlükler... Bir iki saat Safa Yeri kıraathanesinde oyalanıp çayımı içtikten, simidimi yedikten sonra ver elini Cağaloğlu, ve de Servetifünun...
O küçük odada sıkış tepişiz her saat. Ha babam bir şeyler yazıyoruz. Şiir, mensur şiir (poème en prose), hikâye, eleştiri vs. Bazen yazı yetiştirmek için yersizlikten bir ikimiz civardaki kahvehanelere gidip çalışıyoruz, yazılarımızı getirip Yamaç’a veriyoruz.
Eski edebiyatçılar bize ateş püskürüyor, biz onlara. Bunlardan en ilginci, şüphesiz, baba-oğul Ozansoy’ların kapışması. Gavsi bizim dergide babasına veryansın ediyor, babası Halit Fahri Son Posta’da oğluna ve arkadaşları olan bizlere. Akbaba’da da iki belalımız var: Babıâli’nin ünlü Siyamlı Bitişik İkizler’i Orhan Seyfi (Orhon) ile Yusuf Ziya (Ortaç). Böylece “Hece’nin 5 Şairi”nden 3’ü ile karşılıklı diktiğimiz topları daimi salvo halinde bulunduruyoruz. Faruk Nafiz’le Enis Behiç’in sesleri çıkmıyor ama Faruk Nafiz’i biz boş bırakmıyoruz. Her sayımızda onun şiirlerine mutlaka bir iki endaht ediyoruz. Ben bir yazımın tamamında Faruk Nafiz’e çullandığımı çok iyi anımsıyorum. Akbaba’cılarla Halit Fahri sık sık bizi aşağılayıcı yazılar yayımlıyorlar. Sade onlar mı? Oktay’la Esat’ın (ve de Yamaç’ın) İstiklâl Lisesi’nden hocaları olan Zahir Güvemli de bu arada Akbaba’daki bazı yazıları karikatür-vinyetlerle süslüyor, bizi yırtık ya da yamalı pantolonlu okul kaçakları olarak gösteriyor. En çok da Esat küplere biniyor bunlara; arada bir Arap damarı kabarıyor (soyca Arap kökenliydi rahmetli) “Bırakın beni gidip şu Yusuf Ziya’yı adamakıllı bir pataklayayım” diyor; Güvemli’ye de “Bakın da hele şu bizim Zahir Hoca’ya...” diye başlayarak basıyor kalayı.
O arada Cavit Yamaç Adana’da bir günlük gazetenin yazı işleri müdürlüğünü alıp aramızdan ayrılmış, derginin başına Oktay geçmişti. Tam anımsayamıyorum, Özdemir, Oktay’ın döneminde karışmıştı aramıza galiba. Sanıyorum Fakülte’de (Hukuk’ta) karşılaşmışlar, tanışmışlar. Oktay alıp getirmişti Servetifünun’a. Sözcüğün tam anlamıyla tatlı, şirin bir çocuktu. Bol bol espriler yapar, şen kahkahalar atar, sözcük oyunları ile hepimizi kırar geçirirdi. Aramıza katılır katılmaz da ilk şiiri yayımlanacağı zaman ismi sorun olmuştu. Daha önce bir iki amatörce şiir denemesinde Özden mi, Özdem mi öyle bir soyadı kullanmıştı imzasında. Oktay bu soyadını beğenmemiş, “Ne oluyoruz yani? Özden, Özdem, Özdemir.. Öz, Öz, Öz... Değiştirelim adını” demişti. Konuyu hemen de gündeme getirmiştik. Tartışma, gürültü patırtı derken Vaftiz Babalığımızı yaptık. İmza olarak “Özdemir Arun”da karar kıldık. Üstelik Özdemir’in gerçek soyadı idi Arun, iyi bir iş yaptığımıza inanarak okey’i bastırmıştık. Fakat, tesadüf, o sayıya sadece ve sadece üç şiir giriyordu. Biri benim, biri Özdemir’in, biri de Esat’ın. Dergi basılınca ne görelim: Hayli iri puntolarla, üçümüzün isimleri kapakta alt alta sıralanmış: Kenan Harun, Esat Sadun, Özdemir Arun... Durumu o zaman fark ettik: İsimlerin üçü de un’la, run’la bitiyordu. Aldı mı bizi bir telaş! Şaka ile karışık tabii. Hececi hasımlarımızın eline yeni bir koz vermiş olmuyor muyduk? Adamlar kalkıp da “Bakın bunlar veznin, kafiyenin aleyhinde bulunuyorlar ama isimleri bile kafiyeli” demezler miydi? Güya biz modern şiiri savunuyor, hececilerin ölçülü-biçili mısra anlayışlarına karşı çıkıyorduk, nasıl böyle yapabilirdik? Hemen kafa kafaya verdik, isimlerdeki bu “uyum”u ortadan kaldırmayı kararlaştırdık. Ama ben hemen itiraz ettim. İsmimi değiştiremeyeceğimi söyledim. Gerçi “Harun” soyadım değildi, babamın adı idi ama iki yıldan beri şiirlerimde, yazılarımda onu kullanıyordum. O zamanki soyadım “Soran” ismimle kafiyeli düştüğü için baştan beni sarmamış, eski usul, baba adını soyadı gibi kullanmıştım. Öyle gidiyordu. Esat, “Sadun”u arada kaynatma formülü önerdi, soyadını ekleyince imzası “Esat Sadun Sümer” oldu. Özdemir de soyadından vazgeçip baba adı Asaf’ı daha “şairce” bulduğunu belirterek “Özdemir Asaf”ta karar kıldı. Bu önemli (!) problemi böylece kahkahalar, espriler arasında çözüme kavuşturduktan sonra Beyoğlu’na çıkıp Balıkpazarı’ndaki Cumhuriyet’te şarap kadehlerini tokuşturarak olayı kutladık. (Yoksa Saraçhane’deki, arada bir Neyzen Tevfik’le karşılaştığım küçük şaraphanede mi?)
Özdemir’den yukarıda söz ederken “tatlı, şirin” demiştim. Gerçekten de öyleydi. Aramızda kahkahası, esprisi en bol arkadaşımız oydu. Galatasaray Lisesi’nde okumuştu. Galiba da oradan mezun olmuştu. Hukuk’ta öğrenciydi. O zamanlar komünist bıyığı, faşist bıyığı diye bir ayrım yoktu ama Özdemir’in parlak sarı bıyıkları nerdeyse posbıyığa yaklaşacak derecede uzundu. Sarı saçları –yumuşaklığından olacak– sık sık kaşlarının üzerine düşerdi. “Dur, dur...”, “Yapma yahu...”, “Vallahi olmaz, öyle olmaz...” sık sık kullandığı deyimlerdi. Bir şeyi ciddi ciddi, uzun uzun anlatıp sonunda bir cümle ile espriyi patlatıp kahkahalar atmak ve attırmak bayıldığı yöntemlerdendi. Hep güler, güldürürdü. Şiirlerini de bir iki mısralı, hap gibi kolayca yutuluveren esprilerden örmeyi pek severdi. Bir defasında “dünya kaçtı gözüme” diye tutturmuştu. Bu lafın etrafında bir yığın laflar üretiyor, ha babam konuşuyordu. Nihayet onu mısra yaptı, tek sözcüklük bir mısra da ekleyerek:
Dünya kaçtı gözüme Taşıyacakmışım
diye şiir haline getirdi. Sonradan, yıllar sonra bu iki mısraya bir yerlerde
Dünya kaçtı gözüme Çıkmaz
şekliyle rastladım. Pek çok şairimizin yıllar sonra bazı şiirlerinde –daha güzel oldu düşüncesiyle– yaptığı değişikliklerden biriydi bu. Ama ben ilk şeklini daha çok sevmiştim doğrusu. Esprileri hep şiir havası taşır, yukardaki mısrada belirttiğim gibi pek çoklarını sonradan şiir yapardı. Çokluk konuşa konuşa yazardı bu tür şiirlerini. Önceleri söyler, aramızda bol bol tekrarlar, sonunda şiir haline getirirdi. Hoşlandığımızı gördükçe de coşar, yeni yeni espriler, mısralar yaratırdı. Bayılırdı esprili konuşmaya. Çok da tatlı konuşurdu. “R”leri “ğ” diye telaffuz ederdi. Biz önceleri Galatasaraylı olduğu için Fransızca konuşma alışkanlığından böyle oluyor diye düşünmüştük. Tabii kendisine bir şey de söylememiştik. Sanırım o sıralar –en azından– kendisi bunun pek farkında değildi. Bir kıza sevdalıydı (Hangimiz değildik!). Problemli bir aşktı ama. Şimdi ayrıntılarını, hatta adını bile anımsayamıyorum ama, ailesi kızı vermek istemiyor muydu, neydi; öyle bir şey. Özdemir’cik oflayıp pofluyordu boyuna bu yüzden. İçip içip şiirler okuyordu. O kız sonra karısı oldu. İçimizde paraca pek sıkıntısı olmayanlar Oktay’la oydu galiba. Oktay’ı bir küçük burjuva ailenin çocuğu sayardık. Kızdırmak için kendisine öyle derdik. Varlıklı (ca, en azından) bir anneciği olduğunu biliyorum. Gani gani rahmet olsun, birkaç defa evlerinde, sofralarında da bulundum. Oktay’ı parasız koymazdı hiç. Zaten Oktay da çocuk dergilerine ufak tefek telif-tercüme hikâyeler verir, oralardan da üç beş kuruş alırdı. Bazı günler “Doktor” dediğimiz Tıp öğrencisi arkadaşımız Edip’le (Köknel) birlikte Türkiye Yayınevi’nin yolunu tutarlar, dönüşlerinde bizlere de bir şeyler ısmarlardı, aldıkları telif-tercüme ücretleriyle.
Özdemir de, Oktay gibi, “ailevi durum”u iyi edebiyatçılar faslındandı. Cebi her zaman paralı olduğu için “rahat”tı da. Bir de ayakkabı hikâyesi var, anlatayım.
O zamanlar ayakkabı diye ayaklarımıza geçirdiğimiz nesneler böyle pahalı değildi. Bugün [bu unutulmuş yazının kaleme alındığı 1980’lerde] iki bin, üç bin liralık etiketlerle dolu Beyoğlu vitrinlerinde o yıllarda iki liraya, üç liraya ayakkabılar satılırdı. Daha da fiyakalıları ise beş on liradan fazla değildi. (Bugünün rakamlarını sormayın, tabii...) Özdemir bir gün matbaaya gayet şık bir pabuçla gelmişti. Nasıl bir vesile ile olmuştu, aklımda kalmamış, ayakkabısını peşin para ile 75 liraya ve ısmarlama yaptırdığını söylemişti. (Ismarlama, o zamanlar kalite de ifade ederdi.) Ağızlarımızdan bir hayret ıslığı çıktığını görünce de, o daimi espritüel haliyle bir kahkaha daha atmış, “Ne yapalım, arkadaş, ben beş liraya ayakkabı giyecek kadar zengin değilim” demişti. Hani, ucuz ayakkabının çabuk eskiyeceğini, kendisininkinin ise yıllarca dayanarak daha ucuza geleceğini söylemek istemişti.