Biyografi Ara!

Binlerce biyografi keşfedilmeyi bekliyor

Mete Tunçay

tarihçi, yazar

Sayfayı paylaş
İlgili Kategoriler
Mete Tunçay
Mete Tunçay    (1936-2025)
akademisyen, tarihçi, yazar

27 Haziran 1936 tarihinde İstanbul'da doğdu.
1954 yılında Beyoğlu Atatürk Erkek Lisesi'ni bitirdi. 1958'de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Aynı yıl Âmme Hukuku ve Siyaset Nazariyeleri kürsüsünde asistan oldu. 1961'de Özgürlük Kavramı üstüne yazdığı tezle doktora derecesini aldı.

1961-1963 yıllarında Rockefeller bursuyla London School of Economics and Political Science’ta incelemeler yaptı. 1966’da Türkiye'de Sol Akımlar 1908-1925 adlı çalışmasıyla Siyasal Teoriler Doçenti oldu.

1972 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden istifa etti. 1974-1975 yılları arasında Kültür Bakanlığı Yayınlar Daire Başkanı oldu. 1975-1977 yılları arasında Milli Kütüphane'de müşavirlik yaptı. 1978'de Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndeki görevine döndü. Aynı yıl Sovyet Bilimler Akademisi’nin konuğu olarak Moskova, Leningrad ve Bakü’de; 1979-80’de de Fulbright bursuyla ABD Stanford Üniversitesi’nde araştırmalarda bulundu.

1981'de Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1923-1931 adlı kitabı yayımlandı. 1983 yılında 1402 sayılı yasa uyarınca üniversiteden uzaklaştırıldı. 1987-88’de Freie Universitaet Berlin’de Carl von Ossietzsky Profesörü oldu.

1984-1993 yıllarında aylık Tarih ve Toplum, 1994-1996 yıllarında da Toplumsal Tarih dergilerinin editörlüğünü yaptı.

15 Haziran 1990'da Danıştay kararıyla Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndeki görevi iade edildi ancak kendisi istifa etti.

İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü, Helsinki Yurttaşlar Derneği, Tarih Vakfı ve Abant Platformu'nda yöneticilik yaptı.

8 Ağustos 2025 tarihinde İstanbul'da hayatını kaybetti.

ESERLERİ:

1.Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925) (1966)
2.Türkiye'de Sol Akımlar II (1925-1936) (1992)
3.Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931) (1981)
4.Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler (1982)
5.Bilineceği Bilmek (1983)
6.1923 Amele Birliği (1989)
7.Arif Oruç'un Yarın'ı (1933), İletişim Yayınları (1991) 
8.Eleştirel Tarih Yazıları, Liberte Yayınları (2005)
9.Batı'da Siyasal Düşünceler Tarihi Seçilmiş Yazılar (2004) İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları



Prof. Dr. Mete Tunçay'dan Erdoğan yorumu: 16 yıl daha
Hürriyet 11 Temmuz 2016
CANSU ÇAMLIBEL / YÜZ YÜZE 

Türkiye’de siyasal düşüncenin, özellikle de sol siyasetin kitabını yazan akademisyen Prof. Dr. Mete Tunçay bu sene 80 yaşında. Tunçay sol akımlarla ilgili derinlikli çalışmalarının yanı sıra tek parti dönemi ve erken Cumhuriyet konusundaki yetkinliğiyle haklı şöhrete sahip bir tarihçi.

Toplumsal Tarih dergisinin Tunçay’ın 80. yaşı için hazırladığı dosyada kaleme aldığı yazıda Tanıl Bora şöyle bir hatırlatma yapıyor: “Mete Tunçay’ın ‘palto’sundan çok bahsedildi, Türkiye’nin siyasal tarihi üzerine çalışanların hep onun paltosundan çıktığı çok söylendi...” Akademideki yerleşik anlayışla kavgalı, eleştirel duruşu nedeniyle tepki görmeye alışık olan Tunçay, son 10 yılını soldan gelen ‘İslamcılara yaklaştı’ suçlamalarının gölgesinde geçirse de aldırmadı. AK Parti iktidarının toplam 30 yılı bulabileceğini iddia eden Prof. Tunçay, kimseye de lafını esirgemedi.

TÜRKİYE'DE MUHALEFET MESELESİ VAR

- 2016 yılını yarılamış Türkiye’nin siyasi bir fotoğrafını çekseniz....

Kaç senedir iktidarda AKP? 14 oldu. Daha böyle gidecek gibi görünüyor. Türkiye’de iktidar meselesi olduğu kadar, belki ondan daha önemli bir muhalefet meselesi var. Halk Partisi’nin içinde iyi niyetli insanlar olmakla birlikte onların görünür bir gelecekte iktidar olacağı falan yok. Bunun sebeplerini belki erken Cumhuriyet yıllarında aramak lazım. O zaman Türkiye’de halka zorlanan laikçi siyaset öyle bir tepki yaratmış ki onun dalgaları bizi bugünlere taşıdı. Bunun üstesinden gelinemez. Ben kendim dindar bir insan değilim, tam tersine dinlerin zararlı şeyler olduklarını düşünüyorum. Benim Kemalist laiklikle ilgili itirazım halkta yarattığı tepki duygusu. İşte o tepki duygusu AKP’yi iktidara getirdi, daha uzun süre de iktidarda tutacak gibi görünüyor.

- Bugün AK Parti’yi hâlâ iktidarda tutan sadece o tepki olabilir mi?

Esas geliş bu diye düşünüyorum. Yoksa ekonomide yapılan bazı şeyler, Türkiye’nin milli gelirinin yükselmesi, yurtdışındaki servetlerin yasallaştırılıp getirilmesi gibi şeyler de var. Bunlar hep katkıda bulunuyor ama asıl taşıyan dalganın bu tepki olduğunu düşünüyorum.

- Bir mağduriyet üzerinden iktidara gelmiş olma durumunu çok uzun süre tartıştık. 14 senenin ardından devletin tüm kurumlarına mutlak olarak hâkim olmuş bir AK Parti hâlâ mağduriyet konuşabilecek bir parti midir?

Ama hâlâ konuşuyorlar. Hâlâ ‘Tek parti döneminde camilerimizi ahır yaptılar’ gibi laflar ediliyor.

- Eskiden ‘Bizim iktidara gelmemiz ya da iktidarda kalmamız dini hassasiyetlerimiz nedeniyle engellendi’ denildiği zaman bunun sahada bir karşılığı vardı.

Bugün bu konuşulmasa da herkesin bilinçaltında hâlâ bunun olduğunu sanıyorum. Bunun açık açık konuşulması gerekmiyor.

- Toplumsal bellek geçmişi sıfırlamıyor diyorsunuz.

Evet.

Prof. Dr. Mete Tunçay'dan AK Parti ve Erdoğan yorumu: 16 yıl daha

ÖNÜNE GEÇİLEMEZ

- Biraz önce şöyle bir ifade kullandınız: ‘Türkiye’de halka zorlanan laikçi siyaset öyle bir tepki yaratmış ki onun dalgaları bizi bugünlere taşıdı. Bunun üstesinden gelinemez’. Bunu AK Parti’nin o tepki üzerinden siyaset yapıp başarılı olmasının önüne geçilemez manasında mı söylüyorsunuz?

Evet, öyle gözüküyor.

- Sizin gibi başta AK Parti’ye kredi açan ve attıkları adımları -özellikle askeri vesayetin geriletilmesi noktasındakileri– Türkiye’nin demokratikleşmesi için önemli aşama gören aydınlar açısından değişen paradigmayı nasıl tarif edersiniz?

Bu ülke ne de olsa bir imparatorluğun mirasçısı. Buradaki insanlar Osmanlı İmparatorluğu zamanında çok dinli, çok dilli, çok etnisiteli bir toplumun tabanıydı. O hassasiyet sürüyorsa, o duygular sürüyorsa bu demokrasiye geçişte bir artı olabilir. Ama şimdiye kadar bu pek ortaya çıkmadı. Türkiye’de bir ilkel Afrika devletinde olduğu gibi tepki gösterilmez çünkü biz alışığız. Bizim Rum’umuz da, Bulgar’ımız da, Ermeni’miz de Yahudi’miz de hep olmuştu, biz bunları taşımaya alışıktık. Bu, demokrasiye geçişte de bir karşılıklı hoşgörü yaratabilir diye umuyorduk. Hâlâ bu umut devam ediyor olabilir tabii ama ben daha karamsar hissediyorum.

10 YIL ÖNCE 30 YILLIK İKTİDAR DÜŞÜNEMEZDİM ŞİMDİ MÜMKÜN GÖRÜYORUM

- Hangi tarihe göre daha karamsar hissediyorsunuz?

Herhalde 10 yıl önce, AKP’nin böyle 30 yıllığına iktidarda kalacağını düşünmüyordum. Ama şimdi öyle geliyor ki bugüne kadar iktidarda kaldığı süre kadar daha kalabilir. Her ne kadar bir partiden çok bir tek adam halini aldıysa da....

- Sizin bir akademisyen olarak tek partili döneme ilişkin detaylı çalışmalarınızdan ilhamla sormak isterim. Bugün Türkiye siyasetinde tek adam durumundan bahsediyorsanız eğer o halde bir asırda yaşanan iniş çıkışlar adeta bir paranteze alınmış gibi mi? Bugün tek fark halkın onayı mı?

Tek partide halkın onayı var tabii.

- Ama o zaman CHP’nin bir alternatifi yoktu. Haklı olarak bugün AK Parti ‘Ben seçenekler arasından tercih ediliyorum’ diyor. Milli irade kavramı AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi dilinin belkemiği. Burada demokrasi açısından nasıl bir açmaz var?

Tabii çok sağlam analiz yapmak mümkün değil ama daha çok bazı anekdotlar bana ilginç geliyor. Mesela bir şapka ayaklanması var. Aslında şapkadan başka bir şey giymemeyi âdet edinmenin kanunda 3 aya kadar hapis cezası gibi bir müeyyidesi vardır. Ama şapka nedeniyle insanlar asılmıştır. Bu şapka nedeniyle değil, buna karşı çıkanların hepsi TBMM’nin meşruiyetine başkaldırıyorlar diye ihanet-i vatandan asıldılar. Böyle bir ayaklanma da Lazlar arasında oluyor ve laflar çıkarıyorlar. Halkımız ayaklandı, dindar paşalarımız iktidarı aldılar, İsmet İnönü öldürüldü, Mustafa Kemal yaralı hastanede. Bu bana her zaman dokundu. Her şeyi kurguluyorsun, iktidarı basıyorsun, başvekili öldürüyorsun ama yine de Mustafa Kemal’i öldürmeye gönlü razı olmuyor asinin. Mustafa Kemal gerçekten sevilen bir lider. Durup dururken tek parti diktatörlüğünü icat eden ve uygulayan bir insan değil. Bir dalganın üzerinde geliyor.

Prof. Dr. Mete Tunçay'dan AK Parti ve Erdoğan yorumu: 16 yıl daha

TAYYİP BEY ATATÜRK’ÜN TOPLUMDAKİ AĞIRLIĞININ FARKINDA ONDAN DOKUNMUYOR

- O toplumsal dalgayı taşıyan ana unsur nedir?

Abdülhamid’in Yunan seferinden beri ilk defa bir varlık göstermiş, ondan önce herkesten yenilgi görmüş bir ülkeye bir kahraman figürü çok iyi geliyor. O da tabii kullanıyor onu. Bugün çocuklar ‘Gazi’ sıfatının kanunla verilmesinin önemini idrak etmiyorlar. ‘Gazi’ sadece kendi döneminde zafer kazanmış padişahlara ve istisnai olarak da bazı komutanlara verilen bir sıfattır. Benim çocukluğumda kuyumcuya gidip de ‘Gazi altını’ isterseniz size ‘Abdülhamid altını’ verirlerdi, çünkü üzerinde ‘El Gazi’ yazar. ‘Gazi’nin Mustafa Kemal ile özdeşleştirilmesi böyle bir geleneğe dayanıyor. AKP’nin ve Tayyip Bey’in onunla karşılaştırılmasına dikkat etmek lazım. Tayyip Bey büyük bir itinayla İsmet Paşa’ya adamakıllı çatıyor ama Gazi Mustafa Kemal’e hiçbir zaman karşı çıkmaya yanaşmıyor. Atatürk dememeye de özen gösteriyor, Osmanlı’daki kodlarla konuşuyor.

- Tayyip Erdoğan 2014’te Cumhurbaşkanı seçildiğinde Anıtkabir’deki deftere dikkat çeken bir yazı yazmıştı. ‘Ölümünüzün ardından cumhur ile cumhurbaşkanlığı arasındaki irtibat zayıfladı’ şeklinde bir ifade kullanmıştı. Atatürk’ü Cumhuriyet’in sonraki yıllarından ayıran bir ton kullanmıştı. Neden böyle bir söylem tercih ediyor sizce?

Hâlâ orada bir ağırlık olduğunu hissediyor, bence doğru olarak. Çünkü buraya dokulunca, ‘Gazilik falan laftır, o din düşmanı bir adamdır’ falan demesi lazım ki bu kabul edilebilecek bir şey değil. Türkiye’nin genel psikolojisinde kaldırılabilecek bir şey değil.

Prof. Dr. Mete Tunçay'dan AK Parti ve Erdoğan yorumu: 16 yıl daha

BANA GÖRE ATATÜRK ATEİST DEĞİL DEİST

- Siz Atatürk’ün din konusundaki tavrını nasıl yorumluyorsunuz?

Yabancı gazetecilerle falan konuşurken ‘Ben bütün dinlere karşıyım’ diyor. Dinin bir aldatmaca olduğunu düşünüyor. Arkadaşlarımla bazen tartışıyoruz. Ben onun ate olmayıp, ‘Bir yaradan vardır’a inandığını düşünüyorum. İsimler yanıltıcıdır, dinler yanlış aramalardır ama yine de bir yaradan vardır. Bu agnostiklikten daha öte bir şey, deizm. Atatürk’ün ateist değil, deist olduğunu düşünüyorum.
İnsan benim yaşıma gelince birtakım gözlemler yapmadan edemiyor. Mesela ben 40-50 yıl önce devlet büyüklerinin cumaya gitmeleri gibi bir şeyi düşünemezdim. Şimdi neredeyse gitmemek mümkün değil devlet büyükleri için. Böyle toplu iftarlar falan... Askerler bile camilere şehit cenazesi vesilesiyle topluca geliyorlar, topluca bayram namazı kılıyorlar. Bunlar düşünülebilecek şeyler değildi. Yasak mıydı yoksa bunu yapmaya lüzum mu görmüyorlardı?

İSLAM DÜNYASI TÜRKİYE’DEKİ İSLAMİYET’İ HİÇBİR ZAMAN CİDDİYE ALMADI

- Siyaset bilimci şapkanızla yanıtlayın lütfen. Böyle bir şeye lüzum var mı peki... Dini inançların siyasal hayatın ana hattında olmasına?

Valla 19. yüzyılda bütün dünyada bu işin sonu geldi diye düşünülüyordu. Din denen efsaneler ortadan kalkacak, eli kulağında deniyordu. İşte Marx’lar, Darwin’ler falan. Ama 20. yüzyıla gelindiğinde büyük dünya savaşlarının ardından ne olduysa bütün dünyada bir dine sarılma yaşandı. Tabii Türkiye’de de yaşandı. Tabii Türkiye’deki İslamiyet’i, İslam dünyası öyle fazla ciddiye almamıştır. Bizim hilafetimiz öyle her tarafta alkışlanan bir şey değildi. Türkiye’nin İslamiyet’e bakışı fazla liberal bulunurdu. IŞİD Müslümanlığı Osmanlı tarihinde hiçbir zaman yoktu. Bugün bazı İslamcıların gerçekleştirmek istedikleri şey eskiyi diriltmek değil, yeni bir şey icat etmek.

SUUDİ ARABİSTAN BİZE HİLAFETİ GASP ETMİŞ MİLLET OLARAK BAKAR

- Türkiye kontekstindeki İslamcıları mı kastediyorsunuz?

Evet Türkiye kontekstindekileri söylüyorum. Ama ben Türkiye’de büyük kitlelerde Arap gibi Müslüman olma hasreti olduğunu sanmıyorum. Öte yandan mesela Suudi Arabistan’ın bakışı her zaman bizi öteleyen bir bakış oldu çünkü onlar bize asırlardır hilafeti gasp etmiş millet olarak bakıyor.

LAİKLİK KİŞİYE ÖZGÜ DEĞİLDİR TOPLUM YA DA DEVLET İÇİN VAR YA DA YOKTUR

- Erdoğan 25 Ocak devriminin ardından 2011’de Mısır’da Müslüman Kardeşler liderliğini ziyaretinde ‘Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Müslüman’ım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır’ demişti. 5 sene sonra bugün sizce Tayyip Erdoğan hâlâ yönettiği ülkenin laik bir ülke olduğunu düşünüyor mu?

Olmaması gerektiğini düşünüyor galiba. Aslında laiklik kişiye özgü bir nitelik değildir. Toplum ve devlet için var ya da yok denebilir. Kişi ya mümindir ya münkirdir. Laik olmak demek devlette laiklik politikasının uygulanmasını isteme yanlısı olmak demek olabilir. Yoksa ben laikim deyince ben dinsizim manası çıkmaz. Ben dindarım manası da çıkmaz. Hatta belki sahiden mümin olmak laik olmaya da engeldir.

DEMOKRASİ İÇİN ŞART SEÇİMLE İKTİDARDAN GİTMEKTİR HEM DE İKİ KEZ

- Sık sık Samuel Huntington’un demokrasiyle ilgili tanımına atıfta bulunursunuz. Bir ülkede demokrasi olduğuna hükmetmek için seçimle iktidara gelmek değil, seçimle iktidardan gitmek daha önemlidir. Ve hatta mümkünse iki kere olmalı.

Evet, bir kere yetmez diyor. Çünkü biz hep 1950 seçimlerini söylüyoruz. O ise üst üste iki kez olacak diyor.

GÜCE TESLİM OLAN AKADEMİSYEN ARKADAŞLARIM BENİ DEHŞETE DÜŞÜRÜYOR

- Türkiye’deki Haziran 2015 seçimi bize gösterdi ki seçimle iktidardan gitmek de o kadar kolay bir şey değilmiş. Sonrasında yaşananları pek çok kimse ‘Ne olursa olsun iktidarda kalayım refleksi’ olarak yorumladı.

Herhalde o ama bu tablodan tabii AKP mi yoksa Tayyip Bey mi asıl iktidar olarak çıktı? Tayyip Bey’in AKP genelinden daha büyük bir ağırlığı olduğu söylenebilir. AKP tamamen yüzde yüz şartsız Tayyip Erdoğan’a teslim oldu. Benim arkadaşlarım arasında Tayyip Bey’in gücüne tamamen iman etmiş insanlar var, özellikle Sabancı Üniversitesi’nde. Onlar ‘Tayyip Bey’in yaptığı her şey haklıdır, doğrudur noktasına geldiler şaşırtıcı bir şekilde. Mesela Cemil Koçak. Doktorasında ben vardım, çok sevdiğim bir insandır. Tayyip Bey’in yaptığı her şey doğrudur noktasında. Bu bana dehşet veriyor. Ama yalnız da değil. Adlarını vermek istemediğim başkaları da var. Bu kadar okumuş, yazmış, neyin ne olduğunu bilen, çağdaş değerlere yakın insanlar nasıl böyle bir şey söyleyebilirler diye hayret ediyorum.

BURAYA GELDİM DİYE BENİ MÜSLÜMAN SANMAYIN DİYE HEP UYARDIM

- AK Parti iktidarının ilk döneminde göstermiş olduğunuz tavır nedeniyle sol kesimler sizi ‘AKP yandaşlığıyla’ daha önemlisi ‘sola ihanetle’ suçladılar. Bugün geriye dönük baktığınızda bir özeleştiri yapıyor musunuz?

Dönüp kendimi yargılamıyorum. Fethullah Gülen örgütünün yaptıklarını ve onlara yapılanları hiçbir zaman tam olarak anlamadım. Terör örgütü diyorlar. Böyle bir şeye inanmıyorum. Terör örgütü olamaz. Birtakım zenginlerden para toplayıp başka amaçlarla kullanmış falan olabilirler ama terörle bunların bir alakası olmuş olamaz. Çok yakın zamana kadar AKP’nin yöneticileriyle bunlar kol kola idiler.

- Bazı çevrelerin sizi ‘Fethullahçı’ ilan etmesinin temel sebebi Abant Platformu’ndaki çalışmalarınız oldu.

Evet, ben 3-5 sene bu Fethullahçıların Abant Platformu’nun eşbaşkanlığını yaptım. Benden önce eski Bakan Mehmet Aydın vardı. Bizim yaptığımız Türkiye sorunları üzerine en geniş bir gruptan temsilcilerle tartışmaktı. Bundan hiçbir zaman utanmadım. Bunların çoğunun tutanakları yayınlandı. Hayırlı bir şey olduğunu düşünüyorum. Ama Abant özel bir durumdu. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı ile aynı şey değildi. Ben vakfın üyesi değildim. Ben her toplantıda ‘Buraya geldim diye beni de Müslüman sanmayın. Sizinle birlikte olmayı, meseleleri tartışmayı doğru bulduğum için buradayım. Yoksa kendime Müslüman süsü vermiş değilim’ diye hep vurguluyordum. Çünkü kolaylıkla ‘Buraya geldiğine göre bu herif de kafileye katıldı’ diye algılanabilirdi.

- Fethullah Gülen’in kendisiyle tanıştınız mı?

Hayır. Zaten uzunca bir süre Abant’la doğrudan ilgisi yoktu. Amerika’daydı. Birkaç kez benim yanımdan telefon ettiler. Televizyonda gördüğüm kadarıyla kendisi bana iyi bir İslam âlimi duygusu vermedi. Aklımda ağlamasından başka bir şey kalmadı diyebilirim.

TESETTÜRLÜ KIZLARIN ARTIŞI NEREYE KADAR GİDECEK MERAK EDİYORUM

- Şerif Mardin 2007 yılında ‘mahalle baskısı’ kavramını gündeme getirdiğinde, o mekanizmanın adeta bir teşkilat olarak işlediğini söylemişti. Bugün artık mahalle baskısının siyasi bir teşkilat tarafından işletildiğini düşünenlere ne dersiniz?

Üniversiteye gelen tesettürlü kızlarla başı açık kızlar aşağı yukarı yarı yarıya. Ama bizim kültürümüzde çok işaretler var. Sen ailende hiç duydun mu bilmiyorum, mesela ‘başı açık orospu’ lafı. Başı açık olan her kadının aslında kötü olduğu kabulü. Bu dehşet bir şey. Acaba o noktaya kadar gider mi tesettürlü kızların artışı? Zaman zaman tabii içimden geliyor ama sormak istemiyorum; ‘Kızım sen niye kapandın? Ölüm korkusu mu? Aileden bir teşvik mi?’ Ben baskıdan çok teşvikler olduğunu düşünüyorum. Ama gözle görülür bir artış var. Gerçi benim korktuğum kadar hızlı artmadı.

BUGÜN TÜRKİYE’DE SOLCU OLMAK SİYASETTE LİBERAL OLMAYI GEREKTİRİYOR

Sol tarihi hep emek tarihine dayandırıldı. Emek tarihi muhtemelen devam edecek ama artık solun sadece işçi sınıfı üzerinden tanımlanması modası olmayacak. 1980’den beri sendikalar çok güçsüzleştirildi ve apolitik hale geldi. Bir zaman DİSK’in bir anlamı vardı, Türk-İş’in bir anlamı vardı. Şimdi bunlar ücret artışlarını izleyen kuruluşlar haline geldiler. Bunların solun hedefleriyle bir ilişkisi kalmadı. Türkiye’de solcu olmak herhalde siyasette liberal olmayı gerektiriyor. Yoksa herhalde rejimi değiştirmek bugünkü koşullarda gerçekçi değil.

HAKKINDA YAZILANLAR

Prof. METE TUNÇAY ÜZERİNE...
Osman Selim Kocahanoğlu
10 Mayıs 2010/ Güncelleme 18 Ağustos 2025/Burhaniye facebook

☆ Prof. Mete Tunçay (1936- 2025) vefat etmiş. 2010 yılının 1, 2, 3 Mart tarihli TARAF gazetesinde Neşe Düzel ile üç gün süren bir söyleşi yapmış, ben de bir cevap yazmıştım. Bu cevap tekrar gözüme çarptı. Bir kenarda kalsın istemedim. Aradan 15 yıl geçmiş olsa bile güncelliğini yitirmiş sayılmaz. Sol düşünceli üstelik itibarlı bir siyaset bilimcimiz, anlıyoruz ki erken Cumhuriyet ve Atatürk devrimleri üzerine bol keseden savurmuş da savurmuş....
Bilimsel çalışmaları ile akademyada itibarlı bir yeri olan Mete Tunçay, Türkiye'de Sol Akımlar ve Tek Parti Yönetimi ve diğer çalışmaları ile saygı uyandırmış biri. Ben onu Tarih Toplum dergisinin yayın yönetmeni olduğu yıllarda Cağaloğlu'ndan tanırdım. Dergisi o güne kadar çıkan tarih dergileri arasında en ciddisi sayılırdı. Derginin 1984- 2003 yıllarında çıkan 240 sayısının tamamı 40 cilt halinde rafımda durur. İlk sayısında Mete Tunçay yönetmen olarak şunları yazıyordu:
"...Tarih Toplum Dergisi olguları kuramlara göre çekiştirip sündüren veya bastırıp çarpıtan bir ideolojiyi tutmayacak. Fakat nesnelliğe tümüyle sadık kalmak her zaman yol gösterici ilkemiz olacak... Namuslu olacağız; olamayacağımız konularda ise yazmayacağız. Bu demek değildir ki dergimizde hiç yanlış yazı çıkmayacak. Çıkabilir ama, doğrusunu öğrenirsek düzelteceğiz..."
Mete Tunçay'ın manifesto nitelikli bu sözleri aynı zamanda derginin yayın ilkeleri sayılır. Üzerinden 25 yıl geçtikten sonra, 2010 yılında yapılan söyleşisi okununca bilgi ve yorumlarının çok azının rasyonel verilere uymadığı, hatta bunun mugalatası olduğu görülür. Aklıma Dostoyevski'nin bir sözü geldi.
- "....İnsanın ağrına giden şey, onların yalan söylemeleri değil, yalana kendilerinin de inanmalarıdır..."
Mete Tunçay'ın anılan söyleşideki sözleri de benim ağrıma gitti. Bunun nedeni solcu aydınların sağdan daha dürüst olduğuna inanmamdandı. Bizdeki sol düşüncenin erken Cumhuriyetteki çocukluk dönemi ve evrimini iyi bilen biri söyleşideki yorumların nesnellik ve akademik dürüstlüğün uzağında kaldığını görür. Cumhuriyetin tartışmalı konuları içinde zihinleri açacak değil, aksine kafa karıştıracak, bundan dolayı da ancak dipnot olacak, suyunun suyu söylemler...
Konulara hakim
olmayan okurun bu bilgileri doğru yorumlaması elbette beklenemez, onların yapacağı şey sadece Tunçay'ın akademik dürüstlüğüne güvenmektir. Akademinin en belirgin özelliği de zaten, toplumsal itibar ve güvene bağlı olarak topluma ışık tutmaktır. Konuları çarpıtıp yanlış bilinç aşılamak aydına yakışmayan bir tavırdık. Aksi durum bizi Julien Benda'nın aydın ihanetine götürür. Üzülerek belirtelim ki, Mete Tunçay söyleşi boyunca düpedüz buna hizmet etmiş görünür...
Neşe Düzel provakasyon gazetesi Taraf adına güzel bir söyleşi yapmış, erken Cumhuriyet üzerine aklına gelen her şeyi sormuş, o da konuşmuş da konuşmuş. Ne ararsan var içinde. Mustafa Kemal'in kişiliği dahil, Milli Mücadele, TBMM açılışı, cumhuriyet devrimleri, Terakkiperver Fırka, İstiklal Mahkemeleri, İzmir Suikasti, tek parti dönemi v.s...
Bunların hepsi sağdaki zerzevat kültürünün ağzında sakız olmuş dedikodu ve zırvalardı. Yapılan genellemeler, verilen bilgi ve yorumlar, olaylara açıklık getirmeye değil polemik yapmaya elverişli noktalar. Keşke Yunan galip gelseydi dehlizinde pişirilen zerzevat kültürünün kullandığı hurafeler aynen tekrarlamış oluyor...
Milli Mücadele ve erken cumhuriyette yaşanan olguların insanlık ve uygarlık tarihi içindeki yerini anlama, devrimleri yüzünden değil özünden kavrama yerine, masa başında ahkam kesilir. Mete Tunçay gibi itibarlı bir solcuya yakışmayan budur.
Biraz derine inince, Abant Toplantılarının FETÖCÜ ruhu ile AKP'nin kuruluş günlerindeki sol referanslı demokrasi masallarına rastlarız.Yani Mete Tunçay Fetö ile aynı noktada buluşmuş veya buluşturulmuş görünür. Kısacası bu söyleşi ile hem Mete Tunçay eteğindeki taşları dökmüş, siyasal İslam gericiliği de Cumhuriyet karşısında aklanmış olur.
Dostoyevski'nin sözünden sonra şimdi de Niyazi Berkes'in anıları aklıma geldi. Erken cumhuriyetin en hızlı Kemalisti ve "Lenin mağşuşu" Burhan Belge ile ilgili bir anekdot paylaşır. Kadro dergisinin en jakoben en koyu Kemalist havarisi iken, ani bir dönüşle Adnan Menderes yalakası olan Burhan Belge'ye şöyle sormuştur:
- Yahu Burhan sana ne oldu? Düne kadar en hızlı Mustafa Kemal havarisi idin. Şimdi oldun Menderes yalakası...
Burhan Belge'nin cevabı şudur: " Ben Fikir Orospusuyum, kim para verirse onun düdüğünü çalarım.."
Niyazi Berkes bu sözleri Burhan Belge'nin fikir fahişeliğine örnek olarak gösterir. Bu nokta aynı zamanda erken Cumhuriyette bir aydının fikir namusuna veya varsa erdemine açılan kapıdır. Buradaki namus ve erdem anlayışını altmışından sonra "sosyalizmin bir safsata olduğunu anlayıp kendime geldim" diyen oğul Murat Belge'ye de teşmil edebiliriz. Baba mirası ve genlerle bağlantı kurulabilir. Ama Mete Tunçay gibi Mülkiyeli itibarlı bir siyaset bilimci hiç aklımıza gelmemişti. Bu söyleşinin zihinsel arkasını da görmüş oluruz.
Şimdi söyleşide geçen Mustafa Kemal ve erken Cumhuriyet üzerine kullanılan argümanlara bakalım. Bir yerinde deniyor ki, Cumhuriyeti Rumeliden gelen ve 'ABE' diye konuşanlar kurmuşlar. Bu ifade aslında ve kısmen doğru sayılır. Hüseyin Avni'nin dilindeki Erzurum gericiliğinin zihin arkası da aynen burasıdır. Mustafa Kemal Anadolu çocuğu değil de Selanikli olduğu için ötelenmek istenir. Ters yönden de doğru sayılabilir. Şöyleki:
Eğer Mustafa Kemal Selanikli değil Erzurum, Şam veya Bağdat doğumlu olsaydı, yedi iklimli yedi medeniyetli Anadolu toprağı, belki Cumhuriyetin yüzünü hiç göremiyecekti.. Dahası Mustafa Kemal eğer Rumeli çocuğu olmasaydı, tarihin doğurduğu adam da olamazdı. Çünkü O annesinin değil tarihin kucağına doğmuş, annesinin değil tarihin memelerini emmişti. O zaman ne Milli Mücadele, ne TBMM. ne Cumhuriyet "fitnesi" ortaya çıkmazdı. Hele hele Raif Efendinin (Dinç) dinsizlik mikrobu dediği Cumhuriyet İslamcı topluma hiç bulaşmazdı.
Mete Tunçay'ın zihinsel donanımı bu noktalardan günümüze yorumlar çıkarır. Dediğine bakılırsa, olan bitenlerden yüz sene sonra ortaya çıkan şimdiki AKP iktidarının zaferi, Hüseyin Avni'den kalan 2.grup veya Anadolu muhafazakarlığının Rumeli kafasından intikamı oluyormuş. Böylece Milli Mücadele yıllarında ötelenmiş sol kültürün de intikamı alınmış olur ?!...
Osmanlı meclisinde hiç Kur'an okunmadığı halde, ilk defa TBMM'de Kur'an okunası, Meclisin açılması da Cuma gününe denk getirilesiymiş. Bunlar bir yana Mustafa Kemal, kendi adındaki "Mustafa" kelimesini de hiç sevmediği halde, "İslamcılara hoş görünmek, destek almak" için kullanasıymış!.
Denilmek istenen şu ki, Mustafa Kemal kendi adını da, Hacıbayram camii ritüelini de, TBMM kürsüsüne asılan "egemenlik kayıtsız şartsız milletin" tabelasını da, 24 Nisan 1920 tarihli uzun konuşmayı da, din istismarı üzerinden yorumluyor. Yani kısaca ve özetle Milli Mücadelede yaşanan her olay din istismarı yapılarak kazanılmış oluyor.?!
Sol düşünceli bir bilim adamına yakışmayan, ucuz ve basit bir yorum. Farzedelim ki öyle? Bu akıl yürütme ve yorumlar akademik yaklaşımdan ziyade, olayları zamanın ruhu dışına taşıyan zihinsel çarpıtmalardır. Hem de kasten ve bilinçli olarak... Mustafa Kemal'i, tıpkı Hüseyin Avni ve Raif Hoca gibi bu toplumun insanı değil hain gibi görmek, akademik solun yılışık bir sırıtması olmuyor mu?
Samsun'dan başlayan yolculukta adım adım gelişen Milli Mücadelenin arkasındaki halka dayalı vatanseverliği keyfine göre çarpıtmak düpedüz sorumsuzluk olmuyor mu?
Kendi bağlamında özel bir konumu ve yeri olan İstiklal Mahkemeleri de yanlış bilgilerden hareketle yorumlanır. Sanki bu mahkemeler TBMM tarafından kurulmamış, sanki dağlarda asker kaçakları dolaşmıyor, sanki ülke işgalde değil. Sanki 18.000 medrese mollası askerlikten muaf değil?
İstiklal Mahkemelerini şartların gereği görülmeden bu kadar basite indirgemek, konuyu iğfal ve P.Ç etmek anlamına gelir. Bu bir tarafa, " asılacak oğlunu babaya seçtirdiler" gibi ajitasyon cümleleri uydurmak akademik dürüstlüğe hiç yakışmıyor?
Sormak gerekir. İstiklal Mahkemeleri sorgusuz sualsiz adam asıyor da, Çerkes Ethem istediği köyü yakıp yıkmıyor, Yozgat'da beş kişiyi dut ağacına asmıyor muydu?
İzmir Suikasti de "bana değmeyen yılan bin yaşasın" diye köşeye çekilen küskünler üzerinden algılanır.. Cavit Bey'e ağıtlar yakılır. İsim vermeden Abidin Bey ve İsmail Canpolat uzerine kurgulanan bilgiler de, Ali Fuat Paşa'nın anılarından çıkarılır. İsmail Canbulat önce 15 yıla mahkum edilesi, buna itiraz edince yeniden yargılanıp idama çevrilesiymiş...
Suikast üzerine kitap yazan biri olarak söylerim ki, hiç gerçekliği olmayan yanlış bilgilerle suikastin arkasındaki ihanet şebekesi aklanmaya çalışılır. Bu yorum, Mustafa Kemal'i çarmıha germek isteyenlerin uydurma verilerle olayın saptırılmasıdır.
Takrir-i Sükun dönemi, Şeyh Sait İsyanı, mübadiller konusu ve Terakkiperver Fırka meselesi de, 1924 yılının demokrasi ve özgürlük palavrası üzerinden yorumlanacak kadar basit değildir. Mete Tunçay'a göre Nutuk bir diktatör hurafesi sayıldığı için yazılanların asla gerçekliği yoktur.
Bu olağanüstü dönemleri geçelim. Demokrasi ve özgürlük Menderes devrinde, yüz sene sonraki AKP döneminde görüldümü ki, Şeyh Sait isyanında görünsün.?... Ergenekon ve Balyoz davalarının Yıldız mahkemesinden daha ağır kumpas olduğu ortaya çıkmadı mı? 1926 Türkiye'sinde, İngiltere Cromwel devrimi mi hayal ediliyordu?
Söyleşinin diğer zırva ve safsata bir yana, saltanattan cumhuriyete geçişin ve devrimlerin hiç birine olumlu yaklaşılmaz. Cumhuriyet devrimleri, ya toplumsal felaket ya bir diktatörün jakoben dayatmalarıdır. Kimliksiz, kişiliksiz, milliyetsiz, vatansız bir ideolojiye kurgulu bir feodal yapıyı, milli devlete dönüştürme sürecine, Mete Tunçay demek ki hiçbir gerekçe bulamıyor?.
Batının yüz yıldır Türkler ve Türkiye diye tanıdığı bir ülkeye, bir topluma, bunca maceradan sonra, devlet-i aliyye, devlet-i Osmaniye ismi verilebilir miydi? Dünya ulus devletler çağında iken, biz Anadolu Cumhuriyeti, "Hitit veya Eti" Cumhuriyeti adını koymak siyaset bilimine ne kadar uygun düşerdi?
Mustafa Kemal'in 1925'de Kastamonu'ya gelişi Halide Edip ağzından anlatılır. Halide Edip en azından Sarışın paşanın yüceliğini vurgularken, Mete Tunçay Kastamonu'ya gelişini alaya alarak yozlaştırır. Atatürk Müşir üniforması üzerinde, elinde kılıcı, yanında köpeği ile Kastamonu'ya gelesiymiş... Hiçbir yerde yazılmamış, duyulmamış yanlış bir bilgi. Bunu aşağılama mı yoksa sol düşüncenin FİKİR namusu mu sayalım?
Mustafa Kemal, " bunun adı şapkadır" diyecek yerde, başınızdaki sarık ve kırmızı Fes ne güzel dese daha iyi mi olurdu? Şapkadan devrim mi olurmuş? Şapkadan devrim yapmak, Gazi'nin ve devrimin niteliği değil, zihniyet ilkelliğidir. Mete Tunçay'a göre, baştaki Fes ile beyaz püskül İskilipli Atıf'ın imanının parçası olmalıydı. Ama medrese mollası iman tahtasının üstüne Fransız gömleği giyebilirdi. İskilipli Atıf bir sene önceki risalesinden haksız(!) asıldı diyen zırvaya sığınır, ama Tarık Zafer'in yayınladığı İhanet beyannameleri görülmez...
Olay ve olguları özünden değil yüzünden gören sol siyaset bilimcinin, II. Mahmud devri sarıklı ulemasından ne farkı var ki? Resimlerini devlet dairelerine astıran Abdülmecid'e GAVUR PADİŞAH diyen SAÇLI ŞEYH'ten farkımız nerede?
Söyleşideki her şeyi aktaracak değiliz. Ancak şunu net görürüz: Saltanat ve hilafetçi Hurma kültürü, Fesligiller ve Süper Mürşid familyasının kafasında ne kadar uydurma zırva varsa, hepsi Mete Tunçay'ın zihin arkasında çözülür...
Dahası ve dahası, ordular yönetmiş kurmay zekasına karfa tutan onbaşı Çerkes Ethem safında yer alır.... Arif Oruç Eskişehir'de ne kadar yeşil komünist, Kubilay'ın başını kesen Derviş Mehmet safında idiyse... Mülkiye solcusu Mete Tunçay sanki onların burnundan düşmüş!.
Kısa ve özetle, Mete Tunçay'ın zihin arkasını bu söyleşide iyice kavramış oluruz. Milli Mücadele başlarında Mustafa Kemal'in Bolşevizmi benimsemesi ona meyletmesi işten bile değildi. En büyük desteği Ruslardan alıyordu, onlardan başka dostu da yoktu. Gerçekten de öyleydi...Halkçı bir Cumhuriyet kuracak yerde komünizme meyletse fena mı olurdu? Veya Halifeli bir Cumhuriyet olamaz mıydı?
Mete Tunçay'ın reddettiği İttihatçı despotluğu, imrendiği Dersimli LÜTFİ Fikri kafası, Cumhuriyeti "üç beş şakşakçının ilan ettiği" eşkiya rejimi sayıyor, halifelik kalsın istiyordu? Abdülmecid İstanbul'da Mustafa Kemal Ankara'da bal gibi geçinir gider, halifeli bir Cumhuriyet olabilirdi? Mete Tunçay'ın zihin literatüründe, Osmanlı saltanatı teokrasi ve din devleti sayılmazdı!. Çünkü bütün dinlere özgürlük tanıyordu?!
SONUÇ: Üç günlük bu söyleşiden anlarız ki, Mete Tunçay daha önce akademik eserlerde ortaya koyamadığı bilimsel ve aktüel çapkınlıklarını burada sergilemiş oluyor. Cumhuriyet devrimlerinin hiçbirinin, yanında olmadığı açık.. 29 Ekim Cumhuriyetin ilan günü, Mülkiye Hocası Abdurrahman Şeref kadar olsun heyecan duymadığı çok açık...
Şu intiba uyanır ki, Marksist/ sosyalist/liberal aydınların zihinleri Cumhuriyetin kurucu devrimleri karşısında ham sofulardan farklı değilmiş. Cumhuriyetçi Prof. Yavuz Abadan yanında doktora yapmak devrimlere kin ve nefret duymaya engel olmuyormuş....
Toplumsal ve sosyo - kültürel analizlerde, sol düşüncenin Hurma kültüründen daha dürüst, daha nesnel, daha namuslu olduğu sanılırdı. Ancak Cumhuriyet ve Atatürk söz konusu olunca, Arif Oruç ve Ethem yandaşlığı onları saltanatçı bir nefrete sürüklemiştir. Onlardan, yani medrese gericilerive günümüz Türk-İslam sentezci öncülerden daha koyu, hatta anadan doğma cumhuriyet düşmanı oluyorlar...
Liberal kılıflı sol - sosyalist düşüncenin tarihsel ve zihinsel macerası, dürüstlük ve namus adına, kanla irfanla kurulan Cumhuriyetten özür dilemesini gerekli kılıyor. Eğer vicdanlarında gönüllü olarak böyle bir duygudan yoksun iseler, insanlık ve uygarlık adına yazıklar olsun, güle güle diyoruz?!