☆ Prof. Mete Tunçay (1936- 2025) vefat etmiş. 2010 yılının 1, 2, 3 Mart tarihli TARAF gazetesinde Neşe Düzel ile üç gün süren bir söyleşi yapmış, ben de bir cevap yazmıştım. Bu cevap tekrar gözüme çarptı. Bir kenarda kalsın istemedim. Aradan 15 yıl geçmiş olsa bile güncelliğini yitirmiş sayılmaz. Sol düşünceli üstelik itibarlı bir siyaset bilimcimiz, anlıyoruz ki erken Cumhuriyet ve Atatürk devrimleri üzerine bol keseden savurmuş da savurmuş....
Bilimsel çalışmaları ile akademyada itibarlı bir yeri olan Mete Tunçay, Türkiye'de Sol Akımlar ve Tek Parti Yönetimi ve diğer çalışmaları ile saygı uyandırmış biri. Ben onu Tarih Toplum dergisinin yayın yönetmeni olduğu yıllarda Cağaloğlu'ndan tanırdım. Dergisi o güne kadar çıkan tarih dergileri arasında en ciddisi sayılırdı. Derginin 1984- 2003 yıllarında çıkan 240 sayısının tamamı 40 cilt halinde rafımda durur. İlk sayısında Mete Tunçay yönetmen olarak şunları yazıyordu:
"...Tarih Toplum Dergisi olguları kuramlara göre çekiştirip sündüren veya bastırıp çarpıtan bir ideolojiyi tutmayacak. Fakat nesnelliğe tümüyle sadık kalmak her zaman yol gösterici ilkemiz olacak... Namuslu olacağız; olamayacağımız konularda ise yazmayacağız. Bu demek değildir ki dergimizde hiç yanlış yazı çıkmayacak. Çıkabilir ama, doğrusunu öğrenirsek düzelteceğiz..."
Mete Tunçay'ın manifesto nitelikli bu sözleri aynı zamanda derginin yayın ilkeleri sayılır. Üzerinden 25 yıl geçtikten sonra, 2010 yılında yapılan söyleşisi okununca bilgi ve yorumlarının çok azının rasyonel verilere uymadığı, hatta bunun mugalatası olduğu görülür. Aklıma Dostoyevski'nin bir sözü geldi.
- "....İnsanın ağrına giden şey, onların yalan söylemeleri değil, yalana kendilerinin de inanmalarıdır..."
Mete Tunçay'ın anılan söyleşideki sözleri de benim ağrıma gitti. Bunun nedeni solcu aydınların sağdan daha dürüst olduğuna inanmamdandı. Bizdeki sol düşüncenin erken Cumhuriyetteki çocukluk dönemi ve evrimini iyi bilen biri söyleşideki yorumların nesnellik ve akademik dürüstlüğün uzağında kaldığını görür. Cumhuriyetin tartışmalı konuları içinde zihinleri açacak değil, aksine kafa karıştıracak, bundan dolayı da ancak dipnot olacak, suyunun suyu söylemler...
Konulara hakim
olmayan okurun bu bilgileri doğru yorumlaması elbette beklenemez, onların yapacağı şey sadece Tunçay'ın akademik dürüstlüğüne güvenmektir. Akademinin en belirgin özelliği de zaten, toplumsal itibar ve güvene bağlı olarak topluma ışık tutmaktır. Konuları çarpıtıp yanlış bilinç aşılamak aydına yakışmayan bir tavırdık. Aksi durum bizi Julien Benda'nın aydın ihanetine götürür. Üzülerek belirtelim ki, Mete Tunçay söyleşi boyunca düpedüz buna hizmet etmiş görünür...
Neşe Düzel provakasyon gazetesi Taraf adına güzel bir söyleşi yapmış, erken Cumhuriyet üzerine aklına gelen her şeyi sormuş, o da konuşmuş da konuşmuş. Ne ararsan var içinde. Mustafa Kemal'in kişiliği dahil, Milli Mücadele, TBMM açılışı, cumhuriyet devrimleri, Terakkiperver Fırka, İstiklal Mahkemeleri, İzmir Suikasti, tek parti dönemi v.s...
Bunların hepsi sağdaki zerzevat kültürünün ağzında sakız olmuş dedikodu ve zırvalardı. Yapılan genellemeler, verilen bilgi ve yorumlar, olaylara açıklık getirmeye değil polemik yapmaya elverişli noktalar. Keşke Yunan galip gelseydi dehlizinde pişirilen zerzevat kültürünün kullandığı hurafeler aynen tekrarlamış oluyor...
Milli Mücadele ve erken cumhuriyette yaşanan olguların insanlık ve uygarlık tarihi içindeki yerini anlama, devrimleri yüzünden değil özünden kavrama yerine, masa başında ahkam kesilir. Mete Tunçay gibi itibarlı bir solcuya yakışmayan budur.
Biraz derine inince, Abant Toplantılarının FETÖCÜ ruhu ile AKP'nin kuruluş günlerindeki sol referanslı demokrasi masallarına rastlarız.Yani Mete Tunçay Fetö ile aynı noktada buluşmuş veya buluşturulmuş görünür. Kısacası bu söyleşi ile hem Mete Tunçay eteğindeki taşları dökmüş, siyasal İslam gericiliği de Cumhuriyet karşısında aklanmış olur.
Dostoyevski'nin sözünden sonra şimdi de Niyazi Berkes'in anıları aklıma geldi. Erken cumhuriyetin en hızlı Kemalisti ve "Lenin mağşuşu" Burhan Belge ile ilgili bir anekdot paylaşır. Kadro dergisinin en jakoben en koyu Kemalist havarisi iken, ani bir dönüşle Adnan Menderes yalakası olan Burhan Belge'ye şöyle sormuştur:
- Yahu Burhan sana ne oldu? Düne kadar en hızlı Mustafa Kemal havarisi idin. Şimdi oldun Menderes yalakası...
Burhan Belge'nin cevabı şudur: " Ben Fikir Orospusuyum, kim para verirse onun düdüğünü çalarım.."
Niyazi Berkes bu sözleri Burhan Belge'nin fikir fahişeliğine örnek olarak gösterir. Bu nokta aynı zamanda erken Cumhuriyette bir aydının fikir namusuna veya varsa erdemine açılan kapıdır. Buradaki namus ve erdem anlayışını altmışından sonra "sosyalizmin bir safsata olduğunu anlayıp kendime geldim" diyen oğul Murat Belge'ye de teşmil edebiliriz. Baba mirası ve genlerle bağlantı kurulabilir. Ama Mete Tunçay gibi Mülkiyeli itibarlı bir siyaset bilimci hiç aklımıza gelmemişti. Bu söyleşinin zihinsel arkasını da görmüş oluruz.
Şimdi söyleşide geçen Mustafa Kemal ve erken Cumhuriyet üzerine kullanılan argümanlara bakalım. Bir yerinde deniyor ki, Cumhuriyeti Rumeliden gelen ve 'ABE' diye konuşanlar kurmuşlar. Bu ifade aslında ve kısmen doğru sayılır. Hüseyin Avni'nin dilindeki Erzurum gericiliğinin zihin arkası da aynen burasıdır. Mustafa Kemal Anadolu çocuğu değil de Selanikli olduğu için ötelenmek istenir. Ters yönden de doğru sayılabilir. Şöyleki:
Eğer Mustafa Kemal Selanikli değil Erzurum, Şam veya Bağdat doğumlu olsaydı, yedi iklimli yedi medeniyetli Anadolu toprağı, belki Cumhuriyetin yüzünü hiç göremiyecekti.. Dahası Mustafa Kemal eğer Rumeli çocuğu olmasaydı, tarihin doğurduğu adam da olamazdı. Çünkü O annesinin değil tarihin kucağına doğmuş, annesinin değil tarihin memelerini emmişti. O zaman ne Milli Mücadele, ne TBMM. ne Cumhuriyet "fitnesi" ortaya çıkmazdı. Hele hele Raif Efendinin (Dinç) dinsizlik mikrobu dediği Cumhuriyet İslamcı topluma hiç bulaşmazdı.
Mete Tunçay'ın zihinsel donanımı bu noktalardan günümüze yorumlar çıkarır. Dediğine bakılırsa, olan bitenlerden yüz sene sonra ortaya çıkan şimdiki AKP iktidarının zaferi, Hüseyin Avni'den kalan 2.grup veya Anadolu muhafazakarlığının Rumeli kafasından intikamı oluyormuş. Böylece Milli Mücadele yıllarında ötelenmiş sol kültürün de intikamı alınmış olur ?!...
Osmanlı meclisinde hiç Kur'an okunmadığı halde, ilk defa TBMM'de Kur'an okunası, Meclisin açılması da Cuma gününe denk getirilesiymiş. Bunlar bir yana Mustafa Kemal, kendi adındaki "Mustafa" kelimesini de hiç sevmediği halde, "İslamcılara hoş görünmek, destek almak" için kullanasıymış!.
Denilmek istenen şu ki, Mustafa Kemal kendi adını da, Hacıbayram camii ritüelini de, TBMM kürsüsüne asılan "egemenlik kayıtsız şartsız milletin" tabelasını da, 24 Nisan 1920 tarihli uzun konuşmayı da, din istismarı üzerinden yorumluyor. Yani kısaca ve özetle Milli Mücadelede yaşanan her olay din istismarı yapılarak kazanılmış oluyor.?!
Sol düşünceli bir bilim adamına yakışmayan, ucuz ve basit bir yorum. Farzedelim ki öyle? Bu akıl yürütme ve yorumlar akademik yaklaşımdan ziyade, olayları zamanın ruhu dışına taşıyan zihinsel çarpıtmalardır. Hem de kasten ve bilinçli olarak... Mustafa Kemal'i, tıpkı Hüseyin Avni ve Raif Hoca gibi bu toplumun insanı değil hain gibi görmek, akademik solun yılışık bir sırıtması olmuyor mu?
Samsun'dan başlayan yolculukta adım adım gelişen Milli Mücadelenin arkasındaki halka dayalı vatanseverliği keyfine göre çarpıtmak düpedüz sorumsuzluk olmuyor mu?
Kendi bağlamında özel bir konumu ve yeri olan İstiklal Mahkemeleri de yanlış bilgilerden hareketle yorumlanır. Sanki bu mahkemeler TBMM tarafından kurulmamış, sanki dağlarda asker kaçakları dolaşmıyor, sanki ülke işgalde değil. Sanki 18.000 medrese mollası askerlikten muaf değil?
İstiklal Mahkemelerini şartların gereği görülmeden bu kadar basite indirgemek, konuyu iğfal ve P.Ç etmek anlamına gelir. Bu bir tarafa, " asılacak oğlunu babaya seçtirdiler" gibi ajitasyon cümleleri uydurmak akademik dürüstlüğe hiç yakışmıyor?
Sormak gerekir. İstiklal Mahkemeleri sorgusuz sualsiz adam asıyor da, Çerkes Ethem istediği köyü yakıp yıkmıyor, Yozgat'da beş kişiyi dut ağacına asmıyor muydu?
İzmir Suikasti de "bana değmeyen yılan bin yaşasın" diye köşeye çekilen küskünler üzerinden algılanır.. Cavit Bey'e ağıtlar yakılır. İsim vermeden Abidin Bey ve İsmail Canpolat uzerine kurgulanan bilgiler de, Ali Fuat Paşa'nın anılarından çıkarılır. İsmail Canbulat önce 15 yıla mahkum edilesi, buna itiraz edince yeniden yargılanıp idama çevrilesiymiş...
Suikast üzerine kitap yazan biri olarak söylerim ki, hiç gerçekliği olmayan yanlış bilgilerle suikastin arkasındaki ihanet şebekesi aklanmaya çalışılır. Bu yorum, Mustafa Kemal'i çarmıha germek isteyenlerin uydurma verilerle olayın saptırılmasıdır.
Takrir-i Sükun dönemi, Şeyh Sait İsyanı, mübadiller konusu ve Terakkiperver Fırka meselesi de, 1924 yılının demokrasi ve özgürlük palavrası üzerinden yorumlanacak kadar basit değildir. Mete Tunçay'a göre Nutuk bir diktatör hurafesi sayıldığı için yazılanların asla gerçekliği yoktur.
Bu olağanüstü dönemleri geçelim. Demokrasi ve özgürlük Menderes devrinde, yüz sene sonraki AKP döneminde görüldümü ki, Şeyh Sait isyanında görünsün.?... Ergenekon ve Balyoz davalarının Yıldız mahkemesinden daha ağır kumpas olduğu ortaya çıkmadı mı? 1926 Türkiye'sinde, İngiltere Cromwel devrimi mi hayal ediliyordu?
Söyleşinin diğer zırva ve safsata bir yana, saltanattan cumhuriyete geçişin ve devrimlerin hiç birine olumlu yaklaşılmaz. Cumhuriyet devrimleri, ya toplumsal felaket ya bir diktatörün jakoben dayatmalarıdır. Kimliksiz, kişiliksiz, milliyetsiz, vatansız bir ideolojiye kurgulu bir feodal yapıyı, milli devlete dönüştürme sürecine, Mete Tunçay demek ki hiçbir gerekçe bulamıyor?.
Batının yüz yıldır Türkler ve Türkiye diye tanıdığı bir ülkeye, bir topluma, bunca maceradan sonra, devlet-i aliyye, devlet-i Osmaniye ismi verilebilir miydi? Dünya ulus devletler çağında iken, biz Anadolu Cumhuriyeti, "Hitit veya Eti" Cumhuriyeti adını koymak siyaset bilimine ne kadar uygun düşerdi?
Mustafa Kemal'in 1925'de Kastamonu'ya gelişi Halide Edip ağzından anlatılır. Halide Edip en azından Sarışın paşanın yüceliğini vurgularken, Mete Tunçay Kastamonu'ya gelişini alaya alarak yozlaştırır. Atatürk Müşir üniforması üzerinde, elinde kılıcı, yanında köpeği ile Kastamonu'ya gelesiymiş... Hiçbir yerde yazılmamış, duyulmamış yanlış bir bilgi. Bunu aşağılama mı yoksa sol düşüncenin FİKİR namusu mu sayalım?
Mustafa Kemal, " bunun adı şapkadır" diyecek yerde, başınızdaki sarık ve kırmızı Fes ne güzel dese daha iyi mi olurdu? Şapkadan devrim mi olurmuş? Şapkadan devrim yapmak, Gazi'nin ve devrimin niteliği değil, zihniyet ilkelliğidir. Mete Tunçay'a göre, baştaki Fes ile beyaz püskül İskilipli Atıf'ın imanının parçası olmalıydı. Ama medrese mollası iman tahtasının üstüne Fransız gömleği giyebilirdi. İskilipli Atıf bir sene önceki risalesinden haksız(!) asıldı diyen zırvaya sığınır, ama Tarık Zafer'in yayınladığı İhanet beyannameleri görülmez...
Olay ve olguları özünden değil yüzünden gören sol siyaset bilimcinin, II. Mahmud devri sarıklı ulemasından ne farkı var ki? Resimlerini devlet dairelerine astıran Abdülmecid'e GAVUR PADİŞAH diyen SAÇLI ŞEYH'ten farkımız nerede?
Söyleşideki her şeyi aktaracak değiliz. Ancak şunu net görürüz: Saltanat ve hilafetçi Hurma kültürü, Fesligiller ve Süper Mürşid familyasının kafasında ne kadar uydurma zırva varsa, hepsi Mete Tunçay'ın zihin arkasında çözülür...
Dahası ve dahası, ordular yönetmiş kurmay zekasına karfa tutan onbaşı Çerkes Ethem safında yer alır.... Arif Oruç Eskişehir'de ne kadar yeşil komünist, Kubilay'ın başını kesen Derviş Mehmet safında idiyse... Mülkiye solcusu Mete Tunçay sanki onların burnundan düşmüş!.
Kısa ve özetle, Mete Tunçay'ın zihin arkasını bu söyleşide iyice kavramış oluruz. Milli Mücadele başlarında Mustafa Kemal'in Bolşevizmi benimsemesi ona meyletmesi işten bile değildi. En büyük desteği Ruslardan alıyordu, onlardan başka dostu da yoktu. Gerçekten de öyleydi...Halkçı bir Cumhuriyet kuracak yerde komünizme meyletse fena mı olurdu? Veya Halifeli bir Cumhuriyet olamaz mıydı?
Mete Tunçay'ın reddettiği İttihatçı despotluğu, imrendiği Dersimli LÜTFİ Fikri kafası, Cumhuriyeti "üç beş şakşakçının ilan ettiği" eşkiya rejimi sayıyor, halifelik kalsın istiyordu? Abdülmecid İstanbul'da Mustafa Kemal Ankara'da bal gibi geçinir gider, halifeli bir Cumhuriyet olabilirdi? Mete Tunçay'ın zihin literatüründe, Osmanlı saltanatı teokrasi ve din devleti sayılmazdı!. Çünkü bütün dinlere özgürlük tanıyordu?!
SONUÇ: Üç günlük bu söyleşiden anlarız ki, Mete Tunçay daha önce akademik eserlerde ortaya koyamadığı bilimsel ve aktüel çapkınlıklarını burada sergilemiş oluyor. Cumhuriyet devrimlerinin hiçbirinin, yanında olmadığı açık.. 29 Ekim Cumhuriyetin ilan günü, Mülkiye Hocası Abdurrahman Şeref kadar olsun heyecan duymadığı çok açık...
Şu intiba uyanır ki, Marksist/ sosyalist/liberal aydınların zihinleri Cumhuriyetin kurucu devrimleri karşısında ham sofulardan farklı değilmiş. Cumhuriyetçi Prof. Yavuz Abadan yanında doktora yapmak devrimlere kin ve nefret duymaya engel olmuyormuş....
Toplumsal ve sosyo - kültürel analizlerde, sol düşüncenin Hurma kültüründen daha dürüst, daha nesnel, daha namuslu olduğu sanılırdı. Ancak Cumhuriyet ve Atatürk söz konusu olunca, Arif Oruç ve Ethem yandaşlığı onları saltanatçı bir nefrete sürüklemiştir. Onlardan, yani medrese gericilerive günümüz Türk-İslam sentezci öncülerden daha koyu, hatta anadan doğma cumhuriyet düşmanı oluyorlar...
Liberal kılıflı sol - sosyalist düşüncenin tarihsel ve zihinsel macerası, dürüstlük ve namus adına, kanla irfanla kurulan Cumhuriyetten özür dilemesini gerekli kılıyor. Eğer vicdanlarında gönüllü olarak böyle bir duygudan yoksun iseler, insanlık ve uygarlık adına yazıklar olsun, güle güle diyoruz?!