1930 yılında Ankara’da doğdu. Galatasaray Lisesi’nden sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Londra Politeknik Okulu’nda öğrenimini sürdürdü. Yeni İstanbul, Milliyet, Vatan ve Cumhuriyet gazeteleri ile çeşitli dergilerde yazdı.
Türk basınına 50 yılı aşkın süre hizmetleri nedeniyle 2004’te Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü’ne değer görüldü. Basın Şeref Kartı sahibi. İstanbul’da yaşıyor. Evli, üç çocuk babası.
ESERLERİ:
Kişiler ve Köşeler Sakallı Celâl Tevfik Fikret ve Halûk Gerçeği Tanıdığım Nâzım Hikmet Ziya Gökalp’i Doğru Tanımak Bir Ankara Ailesinin Öyküsü Ali Kemal Görgü Tanığı Kendi Heykelini Yapan Adam: İlhan Selçuk Berlin'in Yalnız Kadınları 46-99 Şiirler
HABER
Karaveli: Nazım Moskova'da mutlu değildi sondevir 4 Aralık 2013
Türkiye’nin darbeyle tanıştığı yıllarda uluslararası merkezlerde gazete temsilciliği yapan, Adnan Menderes’ten Nazım Hikmet’e kadar pek çok ünlü ismin en yakınında olmayı başaran gazeteci Orhan Karaveli, Cihan Medya Haber dergisine konuştu.
Bütün bunları köşe yazarı-muhabir olarak takip eden Karaveli, hem yaşamı hem de tanık olduğu olaylar itibariyle dikkat çeken özelliklere sahip. İşte İsveçli ilk eşinden sonra hayatını birleştirdiği ikinci eşi Serpil hanım ile huzurlu bir yaşam süren, “Görgü Tanığı” ve “Tanıdığım Nazım Hikmet” kitaplarının yazarı 87 yaşındaki Orhan Karaveli’nin Cihan Dergi ile paylaştığı anıları:
HUKUK FAKÜLTESİNDEN GAZETECİLİĞE
Hukukta okuyordum ama bir yandan da gazeteciydim. Önce Yeni İstanbul'da sonra da 1954 yılında Galatasaray'dan arkadaşım Abdi İpekçi'nin başına geçtiği Milliyet'te. 1955 başlarında Milliyet adına Berlin'e gitmem kararlaştırıldığında Hukuk'tan diploma almak için sadece bir kaç sınavım kalmıştı. Ama Almanya ve İngiltere dönüşü canım Beyazıt'a gitmeyi istemedi.
Ben o günlerin gazetecisi olduğumdan bugünlerin gazete sahihlerini ve gazetecilerini pek anlamıyorum. Ahmet Emin Yalman'ların, Nadir Nadi'lerin, Selime Ragıp Emeç'lerin, Hüseyin Cahit Yalçın'ların, Velid Ebuzziya'ların, Necmeddin Sadak'ların, Zekeriya Sertel'lerin Sedat Simavi'lerin başyazılarını, birbirleriyle polemiğe giriştiklerinde o harika atışmalarını keyifle okur, etkilenir ve bir şeyler öğrenirdim.
27 MAYIS 1960 DARBESİ
27 Mayıs hareketini doğru değerlendirmek, 27 Mayıs öncesini doğru değerlendirmekten geçer. 27 Mayıs sabahı evlerin balkonlarından tanklara çiçekler atıldı. Bayraklar asıldı, halk genelde memnundu ama ben o sabah bomboş caddelerden geçerek gazetem Vatan'a giderken büyük üzüntüler içindeydim.
Hükümet keşke sokaklara dökülenlere daha yumuşak ve daha anlayışlı davransaydı diye düşünüyordum. Umarım kapanmıştır darbeler devri. Biz Vatan'da o kadar muhalefet ettik ama Menderes'in kişiliği, ailesiyle ilgili tek kelime yazmadık. Asılmaması için de bizim bütün yazarlarımız, ben de dâhil bunu sıcak bakmadık. Hiç tasvip etmedik, Hürriyet de etmedi, Milliyet'te etmedi, Tercüman da, Yeni Sabah da etmedi. Basında "Menderes değil misin, oh olsun!" havası katiyyen esmedi.
AMERİKA GEZİSİ
Adnan Menderes'e karşı hep muhalif oldum. O zaman 29 yaşındaydım. Tanışmamız derslerle doludur ve gazetecilik anlamında dönüm noktası olarak adlandırılsa da yeridir. Gazetem beni 1959 yılında uzunca bir süre kalmak ve yazı diziler hazırlamak üzere Amerika'ya göndermişti. Menderes, bir akşam Büyükelçilikte hiç düşünmediğim şekilde geziye benim de katılmamı istedi.
Bir toplantıda Menderes, büyük bir kalabalık önünde cebinden çıkardığı kağıtlardan okuyarak yaptığı konuşması heyetteki Genel Kurma y Başkanı Rüştü Erdelhun da dahil olmak üzere heyettekiler tarafından beğeniyle karşılanırken ben 'iyi olmadı Sayın Başbakan' dedim. Benim tutumuma heyettekiler hayli bozuldu, ama Menderes bir tepki vermedi. İki gün sonra bir başka konuşmasını güzel İngilizcesiyle doğaçlama olarak yaptı ve müthiş bir alkış aldı. Sonra da yanıma gelip 'teşekkür ederim Orhan' dedi.
Vatan'ın muhalif tavrından olacak, bana hep 'düşman gazeteci' diye hitap eder ama tatlı bir gülümseme ile gözlerimin ta içine bakardı. Uçakta, Menderes bana "Türkiye'nin gidişatını nasıl buluyorsun" diye sordu. Kısa bir girişten sonra "Sayın Başbakan belki bana kızacaksınız ama Türkiye'nin iyiye gittiği söylenemez" diyorum.
"Bu gidişin sonunda da belki en fazla acıyı çeken siz olacaksınız" diyorum... Buz gibi bir hava esiyor uçakta. Sarı ipek gömleğinin manşetlerinden fırlayan ellerini uzatıp neredeyse yüzüme dokunacak. Öylesine kızıyor, hatta bir ara İsmet İnönü için "Bu memleketi çişini bile tutamayan adama bırakamam." diyor...
RUSYA’DA NAZIM İLE…
Moskova’da Türkiye’deki 60 darbesinden sonra karşılaştık Nazım ile. Orada geçirdiğim iki hafta boyunca onun ruh halini öğrenme fırsatım oldu. O da şudur, Nazım, Rusya’da ilgi ile karşılanıyordu, şiirleri, tiyatro eserleri ilgiyle karşılanıyordu. Çok refah içinde değildi ama gördüğüm kadarıyla rahat ve iyi bir hayatı da vardı. İstediği ülkeye gidiyordu.
Ama onun ruh halini iki üç kelime ile anlatmak gerekirse, ‘Nazım Rusya’da bulunmaktan hiç memnun değildi’. Çünkü gurbette idi, sıladan gurbete çıkmış bir insan mutlu olabilir mi? Ben pişman mısın diye sormadım ona. Nazım’ın bazı konularda çok rahatsızlığı vardı. Mesela en önemlisi ölümünden kısa bir süre öncesine kadar Sovyet Komünist partisine almamışlardır. Sovyet pasaportu vermemişler, pasaportunu gidip Polonya’dan almıştır.
Nazım beni Rusya'da, Ekber Babayev ve Ömer Sami Coşar’ı çok güzel bir Çin lokantasına götürdü. Bütün mobilyalar ve duvarlar kırmızı renkle kaplıydı. Bütün salon boş iken o sırada iki kişi geldi ve bizim tam yanımızdaki masaya oturdular. Nazım ne dedi biliyor musunuz? ‘Geldi benim köpekler’ dedi. Sonra o akşam ben gene sordum, ‘tanıyor musun adamları? diye, ‘yok bunlar gelirler, ben ne konuşuyorum diye dinlerler’ dedi.
Yine Rusya’da başka bir toplantı sırasında Nazım, hiddetli bir konuşma sonrası “Burada benim ülkemin toprakları konuşuluyor, ben ülkemin bir gram toprağı için damarlarımdaki bütün kanı dökmeye hazırım’ dedi. Nazım böyle deyince adamlar çok bozuldular, konuşmanın ardından biz Nazım ile bir lokantaya gittik. Nazım orada bir spazm geçirdi. ‘Oralarda öldüğüme yanmam, zaten öleceğiz ama buralarda gömerler ona yanarım’ dedi.
Beni havaalanından uğurlarken ‘bak Orhan’, dedi. ‘Benimle buradaki arkadaşlığınla ilgili uzun süre hiçbir şey yazamayabilirsin” dedi. O kehaneti de doğru çıkmıştır. Ben de tam 18 yıl hiçbir şey yazmadım, yazamadım. Kimse de bana yazma demedi. Ama hava buydu. Buna otosansür de diyebilirsiniz.
Ayrılırken dedi ki Nazım, ‘burada seninle bu kadar güzel bir arkadaşlık yaşadık, hiçbir şey yazmasan da olur, ama yanlış bir şey yazarsan, ya da benim söylemediğim bir şey yazarsan iki cihanda ellerim yakandadır’ dedi. Ben de hemen gazetecilik refleksiyle atladım tabi. ‘Nazım, bu cihanı anladım tamam da bu iki cihan ne oluyor’ dedim. ‘ O kadarını karıştırma’ dedi.