Biyografi Ara!

Binlerce biyografi keşfedilmeyi bekliyor

Osman Bostan

siyasi danışman

Sayfayı paylaş
İlgili Kategoriler

Osman Bostan
siyasi danışman

Yayıncılık yaptı. Grafik tasarım ajansı yönetti. Siyasetin görünmeyen fikri tarafıyla ilgilendi. Aydın Menderes'in genel başkan olduğu Büyük Değişim Partisi'nin kurucuları arasında yer aldı. DYP Genel Başkanılığı döneminde Mehmet Ağar'ın danışmanı oldu.


HAKKINDA YAZILANLAR

Dik Duran Bir Adam: Osman Bostan

90'lardan itibaren şef olarak bilinen, görülen Osman Bostan'ı tanıyanlara onu nasıl bildiklerini sorduk.

Mehmet Kahraman:

Tanıyan herkes de takdir eder ki Osman Bostan, bizim kuşağın en önemli kanaat önderlerindendir. Bir kitaba imza atmamış olması, bir kenara post sermemiş olması ya da bir gazete köşesini tutmamış olması bu durumu değiştirmez. Post serme, köşe tutma ve imza atma eylemlerinde bulunan onca insan da bu hakkı teslim eder. Ancak Osman Bostan'ın fazla cesur (!) üslubu, bu takdir etme kuvvasını fiile dönüştürmez çoğu zaman.

Osman Bostan (ki çok yakın arkadaşları, bizler ona 'şef' deriz) neredeyse hastalanıp hastaneye yatmak dışında kişisel bir faaliyeti görülmeyen bir insandır. Yani onu sürekli çevresi için, başkaları için ya da toplum için bir mücadelenin içinde bulursunuz. Ve bütün bu fedakarlıkları bir program ya da bir protokolle yapmayı benimsemez.

İnsan olgusu onun için çok değerlidir. Goradze mitingi ile Hırant Dink'in cenazesi arasında bir fark görmez. Hemşericilik yaptığına rastlanmamıştır. Parti farkı, köken farkı gözettiği görülmemiştir. Birçok zaman bölücü, bazen milliyetçi, şeriatçı ya da reformist denmiştir kendisine de vatan haini, halk düşmanı denilememiştir.

Necip Fazıl'ı da okumuştur, Ali Şeriati'yi de. İkbal'i de tavsiye etmiştir Erol Güngör'ü de. Yargan Buyruk'un ardından da gözyaşı dökmüştür Nusret Özcan'ın ardından da. Ağca'nın cürümleri ile de dostlukları vardır, İpekçi'nin mesai arkadaşlarıyla da. Bağlam Yayınları'ndan Sabit de ona selam söyler, Dünya Yayınları'ndan İlyas'da.

İkbal peşine düştüğüne raslanmamıştır. Sahip olduğu bilgi, birikim ve sosyal çevrenin zekatı ile bir çok kişiyi bir çok meclislere taşımıştır ancak Fatih'te duvar dibinde verilen randevulara burun büktüğü vaki değildir. Seferle zafer arasındaki tercihte, zafere hiç sıra gelmemiştir. Gayreti hep göstermiştir ama tevfik hep öteki âleme kalmıştır.

Ulvi Alacakaptan:

Osman benim ilk tanıdığım Müslümanlar'dan. O zamanlar ona 'Şef' denirdi, hala öyle galiba. İlginç teori ve projeleri hep olmuştur ülke adına, İslam’ın geleceği adına. Bazıları beni gülümsetir; biraz komplocu kokar ama has bir adamdır, dost bir arkadaştır. İdeolojilerin, dünya görüşlerinin, KAVGAnın hep yüksek öğretim yılları ile sınırlı kaldığı bu topraklarda -iyi ki hala mezun olamamış- yaşamını mücadele ile sürdüren bir GENÇtir Osman Bostan.

Abdurrahman Arslan:

Osman Bostan uzun zamandan beri tanıdığım, insan olarak da çok iyi biridir. Kişiliği de öyledir. Benim en sevdiğim özelliği entellektüelliğidir. Kendisiyle tartıştığımda dahi bana büyük haz veren biridir.

Sadi Kizir (kitapyurdu.com):

Özgürleştirici irade!

Yıl 80 lerin başı. Osman Bostan İstanbul Siyasal'da. Sık sık Beyazıt civarlarında arkadaşlarla bir araya geliyoruz. Osman'a şef diyoruz (hala öyle deriz.) Osman, yeni katılan arkadaşlardan "evet, peki, tamam, olur" gibi kelimeleri çok kullanan bir arkadaş olduğunda duramaz. Basar damarına. Her dediğine karşı çıkar. İnadına konuşur. O ak derse, Osman kara der. O arkadaş gittiğinde, Osman'a; “Osman ya çok yüklenmedin mi çocuğa?” derdik. Osman da “Bu özgürleştirici irade. Ben böyle yaparak onun kişiliğini bulmasına yardım ediyorum. İsyan etmeyi öğretiyorum.” derdi.

İşte Osman böyle bir şef (idi).

Bizim arkadaşlarımız arasında hiç bir zaman hiyerarşi olmadı. Ağabeylik en nefret edilen "şey"di. Ve Osman da bizim şefimizdi.

Osman Bostan ebedi ve tek şefimizdir zaten.

Ali Bulaç:

Çok okuyan, düşünen ve araştıran bir arkadaştır. Türkiye ve Dünya siyasetini çok iyi okuyabilir. Şifai geleneği temsil eder. Ondan istifadenin yolu, çok konuşturmaktır.

Tek hatasıysa, yazmaması.




Osman Bostan'ın Bir Konferansı:

Konuşmacı: Osman Bostan

Tehditler ve Fırsatlar Sarkacında Türkiye’nin

Vizyon Arayışları ve Gençlik Hareketleri


Tarih:30 Ekim 2008 www.haber10.com

Merhaba arkadaşlar.

Bugünkü esas konumuzu ele almadan önce bir arkaplan bilgisiyle başlayalım. Türkiye Cumhuriyeti hangi zeminde ve hangi iklimde vücut buldu onu anlamaya çalışalım. Hangi ihtiyaçlar, hangi zorunluluklar ve hangi zeminde Cumhuriyet vücut buldu, bunun yüzyıllık bir arkaplanını kısaca görmeye çalışalım.

19. yüzyılı bizim zaviyemizden inceleyen bütün tarihçilerin ortak bir biçimde söyleyebilecekleri gibi imparatorluğun en uzun yüzyılı olmuştu. Bu süreçte pekçok olay vardı, anayasa hukukçularının ifadesiyle bir Sened-i İttifak vardı mesela, eşrafın ve ayanın imparatorluk nezdinde varlık kazanması söz konusuydu. 2. Mahmud ile birlikte yenileşme çabaları vardı. Bu süreçte ters giden birşeyler vardı ve devlet tedbir almalıydı. İşte bu tedbirlerin neler olabileceğiyle başlayan bir 19. yüzyıl. 2. Mahmud da bu yenileşme çabalarıyla bu ihtiyaçlara cevap arıyordu aslında. Bütün bunlara gerek duyuluyordu, çünkü bir cihat imparatorluğu olan Osmanlı Devleti eski günlerini arar hale gelmişti. Bildiğiniz gibi 2. Viyana kuşatmasından sonra gerilemeye başlayan ve toprak kaybeden, böylece problemleri daha da ağırlaşan bir devlet olmuştu Osmanlı. Dolayısıyla eski günlerine dönme ümidini her geçen gün daha da kaybeden bir devlet manzarası vardı. Bu haleti ruhiye özellikle yönetimde mevcuttu. ‘Biz de onlar gibi yapalım’ düşüncesiyle beraber 2. Mahmud ile yenileşme/modernleşme hareketleri başlamıştı. Buradaki düşünce şuydu: Biz savaş meydanında yenildik, eğer savaş meydanında yenilgiyi durdurursak işler yoluna girer. Bunun için de önce orduyu modernize edelim; Yeniçeri’yi kaldırıp yerine modern bir odru kuralım dediler.

Fakat görüldü ki asıl problem bu değil. Daha doğrusu burada yapılan şeylerle eksiklik giderilemiyor, bu iş helledilemiyor. Peki ne yapalım; yurttaşlarımızı da bu sürece katalım diye düşündüler. Tabi bunlar daha çok içsel sebepler; ancak o durumun tek sebebi içsel sebepler değildi. Osmanlı zayıflarken onun rakipleri de Osmanlı içindeki yandaşlarını ve kendi taraflarını oluşturuyorlardı. Ve daha sonra da onlar adına Osmanlı’dan birtakım imtiyazlar talep ediyorlardı. Bu denklemde tarihler 1839’u, yani Tanzimat Fermanı’nı gösteriyordu. Bu bizim rakiplerimize benzeme anlamında o güne kadar yaptığımız en önemli çıkışlardan biriydi. Bundan bir sene önce de İngilizler ile ticaret anlaşmamız var; yani ticaretimizin temel dinamikleri bizim elimizden çıkmakta, yurttaşlarımızla münasebetlerimiz araya başkalarının da girdiği ve söz söylediği bir mahiyet kazanmakta ve giderek savaşlarımıza da sirayet etmekteydi. Bildiğiniz gibi 1856 Kırım Savaşı’nda durum böyleydi ve biz İngilizlerin Hindistan politikası yüzünden savaş yapmıştık. İngiltere’nin Hindistan’da kara ordusu olmadığı için ve de o dönemde yükselen Rusya’yı durdurabilmek için biz Ruslar’la savaşa girmiştik. Tabi bütün bu süreçte maliyemiz de çok zarar gördü ve büyük bir yükün altına da girdik. Tüm bu arayışlar içinde Meşrutiyet Meclisi vücut buldu. 1. Dünya Savaşı’nın belki de esas sebebi olan Habsburg, Osmanlı ve Çarlık monarşilerinin tasfiyesi anlamında ortaya çıkan bu manzarada Osmanlı’nın kendi varlığını devam ettiremeyeceği bir iklim söz konusuydu. İşte bu yangın esnasında neyi çıkarabiliriz sorusuna bulunan cevaptır Cumhuriyet.

Peki neden Cumhuriyet formülünde uzlaşıldı? Osmanlı varlığını devam ettirebilir miydi? Çanakkale düşmüş, İstanbul işgal edilmiş, Halife esaret altında, yabancı askerler kolluk tutuyor; bu şartlar altında Osmanlı’nın kendisini devam ettirme imkanı var mıydı? Bütün bu sorular içinden neyi mümkün, makul ve uygulanabilir olduğunu arayalım. Mümkün olan neydi, sonuçta ne oldu buna bakalım.

Dünya Savaşı bitmiş, 30 Ekim 1918’de Mondros’u imzalamışız. Bu tarihten sonra ne oluyor? İngilizler İstanbul’u işgal ediyor, Meclis-i Mebusan kapatılıyor ve milletvekilleri Malta’ya sürgüne gönderiliyor. Bunlardan bazıları daha sonra kaçacak ve Milli Mücadele’de büyük yararlılıklar göstereceklerdir. Mart ayından Nisan ayına geldiğimizde artık İstanbul’da toplanma şartları kalmamış, İstanbul’da fiili işgal var, Ankara’da meclis çalışmalarını yürütmekten başka bir seçenek kalmamıştır. 1919’daki seçimlerde milletin istikbalini kuracak kadrolar için çalışma zemini sadece Ankara’dadır. Demek ki 23 Nisan 1920’de, Osmanlı meclis geleneğine oturtabileceğimiz bir Ankara meclisi var. Ankara meclisi, daha önceki farklı yerlerde denenen yerel meclis çalışmalarının da merkezileştiği bir yer. Yani o geçici hükümetlerin merkezi platform olarak gördükleri yer de Ankara’dır. Bu sırada Ankara’da tartışılan şey, öncelikle Misak-ı Milli'yi (milli yemini) tahakkuk ettirecek (yani 30 Ekim’de vatan toprağı olarak işgal altında olmayan) yerleri kurtarmak. Ve bunun için kuvvet hazırlamak ve savaşmak. Bu mücadele tamamlandığında Lozan’da biz, Mondros’un siyaseten tamamlanmasını talep ettik. Yani 30 Ekim itibariyle bizim olanın bizim olmasını sağlamak. Meclisin anlaşma heyetinin başında bulunan İsmet Paşa’ya verilen direktif de budur. 1. Lozan görüşmelerinde meclis, az önce bahsettiğim meclistir ve içinde de iki grup vardır: 1. Müdafa-i Hukuk Grubu, 2. Müdafa-i Hukuk Grubu. Sanki iki partili meclis gibi. 1. Lozan görüşmelerindeki heyet, bu iki partinin dinamiği ile çalışmış, Ankara hükümeti de uluslararası bir zeminde işleri yürütmeye gayret etmiştir. Ancak bizim tüm taleplerimiz İngiliz heyetinin başındaki Lord Curzon tarafında reddedilmiştir. Milli ordunun kabul ettirilmesi, borçların tasfiyesi ve Musul’un hususen talep edilmesi şeklinde cereyan eden taleplerimizin reddiyle başarısızlıkla neticelenmiş bir Lozan söz konusudur.

Bu dönemde bir seçim daha söz konusu oluyor ve bundan sonra iki gruplu meclis olmuyor. Her ne olursa olsun bu görüşmelerden barış çıkartalım diyen bir meclis var. Bu meclis altı temel konunun üçünden vazgeçerek Lozan Anlaşması’nı sağladı ve geri geldi. Mesela bu vazgeçilen konular içerisinde Musul ve Kerkük de var. Bu uzun bir konu ama ben burada konuya derinlemesine girmeyeceğim. Ama şunu söyleyeyim burada: Meclis 2. Lozan görüşmelerine giderken Musul’dan vazgeçilmesi kararını herkes gözyaşları içinde almıştır. Yani her ne kadar ne olursa olsun barış olsun denilmişse de bu karadan dolayı heyetin gönlü kırık olarak görüşmelere gitmiştir, yani gerçekten bir hüzün vardır bu kararda. Şunu da eklemek gerekir ki bize demokrasiden ve sandıktan bahseden Batılılar, bizim “Bölgede referandum yapılsın, bu meseleyi oradaki halka soralım” teklifimizi, “Kürtler ne anlar sandıktan, onlar sandığı bomba zanneder” gibi garip gerekçelerle reddetmişlerdir. Konu daha sonra kurulacak Cemiyet-i Akvam’a terkedilerek bizim açımızdan bir ölçüde anlaşmaya bağlanmıştır. Aynı dönemde (1925-26) Güneydoğu’da ortaya çıkan isyanla da Türkiye, bu meseleye ilişkin hassasiyetini kaybetmiştir. Bu arada Batum ile ilgili olarak da şunu söyleyelim; Ruslara ve Fransızlara Batum’dan çekildiğimiz söylenirken oradaki küçük birliğimize aynı şey söylenmediğinden o birlikteki tüm askerlerimiz geri çekilmediklerinden şehit olmuştur. Bugün onların yattığı yere de Türk Tepesi denmektedir. Fakat Musul farklıdır, çünkü biz bu konu üzerinde epey müzakere yapmışızdır, kaldı ki orada savaşı da kaybetmemişizdir.

Bölgede İngilizlere karşı halkın bir karşı çıkışı söz konusu ve Özdemir Bey’in de 80 veya 100 kişilik bir milis grubuyla fiili bir yardımı var. Oradaki Kürt aşiretlerini 15’er günlük eğitimlerle eğiterek İngilizleri iki yerde, Derbent ve Revanlı'da bozguna uğratmıştır. Düşünün ki sene 1922, oraya giden adam bir milis yarbay ve yanında 80 kadar adam var, orada toparladığı insanlar da bölgenin Kürt aşiretleri; ve bütün bu unsurlar bir araya gelip İngilizleri perişan ediyorlar. Peki ne oluyor da 1925’te aynı bölgede Kürt isyanı oluyor ve İngilizlerin bu isyanı kışkırttığını söylüyoruz? Üç yılda ne değişti peki? Bu konuları biraz daha derin düşünmek gerekmektedir; bunu sizin idrakinize bırakıyorum.

"Biz" dediğimiz olguyu ne kadar küçültürsek bundan o kadar zarar görürüz, ama bizi ne kadar büyültürsek o kadar anlamlı bir bütün ortaya çıkar. 1922’nin şartlarında İngilizleri iki kez durdurabiliyorsak o gün ne kadar "biz" olduğumuzu varın siz düşünün. Hatta İngilizler çaresiz kaldıkları için normal savaş koşullarında bile suç sayılan bir iş yaparak Musul şehrini havadan bombalamışlardır.

1925’te isyanın çıktığından bahsettik; 1930 yılında Cemiyet-i Akvam bölgenin Irak Krallığı’na belli şartlar altında bırakılmasını kararlaştırıyor. Bu durumda kendi yeminini gerçekleştirememiş bir meclis söz konusu oluyordu. Yani bizim dedelerimiz kendi yeminlerini tam olarak tahakkuk ettirememiş oldular. O zaman onların torunları olarak bizim o yemini yerine getirmeye çalışmamız herhalde yanlış olmasa gerek. Zira bu kırıklığın yarattığı birtakım sonuçlar oldu ve bunun üzerinde durmamız gerekir.

İmparatorluğu artık sürdürme imkanımızın kalmadığı bir ortamda Cumhuriyet gibi bir zemin söz konusu iken belki bizim yurttaşlarımız üzerinde başkalarının söz sahibi olmadığı bir devlet olabilir idik. Ancak bu devlet Musul’u (bugünkü Kuzey Irak) alamadığından, o bölgede yaşayan insanları bir bütün olarak temellük edemediğinden, devletimiz adına devlet demekte zorlanacağımız bir sakatlıkta doğmuş oldu. Elbette o günün şartlarında yapılabilecek olanlar yapılmıştır, ötesi zaten pek mümkün değildi diye düşünebiliriz; bu anlaşılabilir bir gerekçe olabilir. Ama eğer bugün yapılabilecek bir şey varsa o zaman onu yapmak için gayret göstermemiz gerekmez mi? Herhalde bugün gayet iyi durumdayız diye düşünmüyoruzdur değil mi?

Bugün en yüksek dereceli amir bile “sözde ve özde yurttaşlardan” bahsediyorsa ortada bir sorun olduğu muhakkaktır. Cumhuriyet piramiti tüm yurttaşlarını özde yurttaşlar olarak göremiyorsa orada bir sorun var demektir. Halbuki Cumhuriyet tüm yurttaşların eşit ve hür oldukları yönetimin adıdır. Cumhuriyet bizim zorunluluklarımızın zemininde bulduğumuz bir çözümdür; sadece imkan ve takatimizin yetişmediği bir zemin. Mesela biz Yunanlıları yendik ama masada karşımızda İngilizler ve Fransızlar filan vardı. Mesela İngilizler İstanbul gibi bir yeri silah patlatmadan neden bırakıp gitti, halbuki İstanbul bırakılacak bir yer değildi. Aynı zamanda Çanakkale de İngilizler tarafından geçilmişti. Bunları daha iyi düşünmek lazım. O zaman yeni kurulan Cumhuriyet’in neye tevessül edip neye tevessül etmediğini biraz daha anlamaya ihtiyacımız var demektir. Türkiye Cumhuriyeti neyi devralmıştı, neyden vazgeçmişti ve o kendisine nasıl bir imkan sağlıyordu. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin yaptıklarını yapmayacağını (İzmir İktisat Kongresi’nde) söyleyerek kurulmuştur. Kendi bölgemizin etrafındaki yerlerle ilgili olan devletlerle nasıl geçineceğimizi “Yurtta sulh, cihanda sulh!” prensibiyle de deklare etmişizdir. Buna bir tür Türk izolasyonizmi diyebiliriz sanırım. Bu politika Türkiye’ye belki de yüz yıllık bir süre kazandırmıştır. Bu şekilde Türkiye kendi içinde olabildiğince rahat bırakılmışken kendi etrafındaki süreçlere epeyce bir süre pek dokunmamış ve eylemsiz kalmıştır. Tabi ki Sadabat Paktı gibi birtakım iyi ilişkiler kuran girişimler olmuştur, ama bunlar pek de büyük sonuçları olan işler değildir. Bir devlet elbette yanıbaşındaki devletlerle iyi ilişkilerde olmaya çalışacaktır. Bu çok doğaldır; ama abartılacak bir boyutları da olmamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin eski bakiyesi üzerinde etkili olabilmesi için ihtiyacı olan tek şey, kendi içinde demokratik ve eşitlikçi bir yapıyı kurmasıdır. Bunu yaptığımız zaman birçok meseleyi de halletme imkanına kavuşmuş olacağız. O zaman birçok yakın bölgemiz için bir çekim merkezi oluruz, zira tarihimiz böyledir. Evet, Cumhuriyet bir zorunluluklar zemininde ve ikliminde kurulmuştur. Ve bu imkan bizi günümüze kadar getirdi. Eğer bu zemin olmasaydı biz bunları da konuşamayabilirdik. Ama şimdi artık o zorunluluk ikliminden çıkma durumunda olduğumuzu ve imkan boyutumuza daha fazla bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu sefer de önümüzde çok büyük bir iç engel var. Bugün Türkiye’deki yerleşik düzen, o günkü zorunluluk zeminini bir iman haline getirmiş. Mesela laiklik. Anayasamıza 1937 yılında girmiştir. Bu tarihe kadar yoktur. Bugün ise sanki o olmazsa Türkiye de olmazmış gibi bir algı Türkiye’ye dayatılmaya çalışılıyor. Ben burada olsun olmasın tartışması yapmıyorum; bizatihi kendisinden bahsediyorum, lazımsa olur lazım değilse olmaz. Bu nihayetinde bir araçtır, enstrümandır. Ne iş görüyor peki: işlerimizi akıl esasına göre yürütelim. Buna karşı çıkan yok ki zaten. Ama bunu bir dayatma olarak koyarsanız iş değişir. Devlet dediğimiz, vatandaşlarının ortak olarak katıldıkları ve gerekli yükümlülüklerini yerine getirdikleri ortak bir organizasyon değil midir? O halde o gün mevcut olan zorunluluğu mutlakmış gibi kabul edip herşeyi onun üzerinden yapmak doğru olmaz. Bugünkü zemini iyi anlamak lazımdır.

Ben dış dünyanın Türkiye üzerindeki tahditlerini esas tehdit olarak görme eğilimindeyim. Bu millet kendi iç problemlerini bir biçimde çözümler. Ancak dış tazyik, Türkiye’nin biz olma kabiliyetini kaybettirebilir. Ben Türkiye’nin biz olma kabiliyetinin risk altında olduğunu düşünüyorum. Yani unsurlarına bölünme tehlikesinin olabileceğini düşünüyorum. Osmanlı tarihin gördüğü en büyük İbrahimi medeniyet olarak Türk’ünü, Kürt’ünü, Rum’unu, Ermeni’sini hepsini bir arada yaşatıyordu. Ancak Lozan’la bu unsurların bazıları ayrıldı. Ve şimdi eskiden "biz" olan unsurların daha da ayrılmasına çalışılıyor. O günkü şartlarda bunu yapmak büyük iştir. Bugünkü enformatik devrime rağmen Avrupa hala bu konuda başarılı olabilmiş değil, hala deniyorlar. Halbuki Osmanlı’daki unsurlar, devlet yönetiminde bile ciddi biçimde yer alıyorlardı; mesela Reisü’l-Küttab’lıkta Rumlar vardı, Yunan ayaklanmasından sonra ise onların yerine Ermeniler tercih edilmeye başlanmıştı. Bugünkü Türkiye’nin ise bundan daha iyisini yapma imkanı vardır aslında. Ama önümüzdeki mani nedir? Unsurların ayrılmasıdır. Hatta Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının içinde bile ayrımların varlığı söz konusudur. Bugün seçmenlerin birçoğu kendisinin birinci sınıf vatandaş olarak görülmediği kanaatindedir. Böyle bir iç çelişkiler sisteminden kendi imkanları değerlendirebilecek olan bir devlet nasıl çıksın? Böylelikle Türkiye yapabileceği birçok şeyi yapamayan bir ülke olarak karşımıza çıkıyor. Bu meseleler de uluslararası bir boyut kazandığı için dışarıdaki adam da bizim birçok işimize karışma ve ne durumda olduğumuzu araştırma imkanı buluyor. O zaman da biz kendi elimizdeki imkanları kullanamamış oluyoruz; çocuklarımız iyi bir film yapmak istiyorsa Hollywood’a gideyim diyor, iyi bir akademik kariyer için Avrupa’ya Amerika’ya gideyim diyor. Böyle olunca dedeleri Nizam-ı Alem’le uğraşmış bir milletin çocukları kendi evine çeki düzen veremeyen bir acziyet içinde kalabiliyor.

Türkiye ya yapabileceklerini yaparak büyüyecek, ya da kaçırdıkları sebebiyle küçülecek. Buradaki tercih ise sanırım siz gençlerin. Biz 70’lerden 2000’lere ocaktaki ateşi söndürmemeye gayret ettik, şimdi sıra sizlerde. Siz bu ateşi alevlendirebilirsiniz. Şimdi eskiye kıyasla hem imkanlar daha fazla, hem de engeller daha az işlevsel. Ama buna mukabil bu rüyayı görebilecek insanların ayrıştığı bir zaman yaşıyoruz. Eğer duygu ve fikirde bir birlik sağlanabilirse Türkiye’nin maddi süreçlerinin daha elverişli olduğunu söyleyebiliriz. O zaman belki 2. Meclis’in tamamlayamadığı şeyi sağlama imkanımız olabilir. Ben şimdilik burada bitireyim, sorularla devam edelim. Teşekkür ederim.

Sorular

-- Sizlerin mücadele ettiğiniz o dönemlerde karşılaştığınız sorunlardan ve sahip olduğunuz halet-i ruhiyeden bahsederseniz sevinirim. Böylece şimdiki gençlere de örnekler aktarmış olursunuz.

O.B.: Benim kanaatim, o günlerde esas itibariyle metot üzerinde yoğunlaşılıyordu. Metodolojik bir bütünlük kazanmadan bu işlerin sevk ve idare edilemeyeceğini düşünüyorduk. Ancak içinde bulunduğumuz cephe olarak baktığınızda o cephe bir açıdan (solun iddialarına karşı) reaksiyoneldi. Ama ontolojik tarafından bakarsanız da maziden istikbale bir bilinçle taşıma arayışına sahipti. Elbette kendi içinde belli bölümleri vardı, ama aslolan metodolojik bir bütünlük içerisinde maziden istikbale bir yürüyüş olmaya çalışıyordu. Bizim milletle beraber olma konusunda bir hassasiyetimiz vardı, yani mensubiyet-aidiyet konusunda. Ama mesela solun bu noktada bir hassasiyeti pek yoktu. Öyle olma eğiliminde olanlarsa solun içinden atılmıştır, mesela Kemal Tahir. Onlar daha çok Batılılaşmacı olmuşlardır. Türkiye, 70’lerde bu meselelerden dolayı çok büyük enerji kaybetmiştir, o dönemde Türkiye’nin kuruluşundaki zorunluluklar aynı güçte duruyordu.

-- 1922 yılında Osmanlı’dan gelen kuvvet ile beraber Musul’u savunanlar neden 1925 yılına gelindiğinde istan ettiler?

O.B.: Ben buna çok ihtimal vermiyorum. 22’de omuzdaşınız olan adam neden ve nasıl 25’te isyan etsin? Kaldı ki o dönemde bugünkü gibi iletişim imkanları da yok ki kısa zamanda herşey tezgahlansın. Belki de siz 3 yıl önce omuzdaşınız olan insanlara isyancı dediğiniz için sorun çıkıyordur. Yani 25’te olan şey gerçekten bir ihanet midir yoksa siyasi bir ihtilafın sınırlarını aşıp farklı bir etiket ve kimlik kazanması mıdır?

-- Benim bildiğim kadarıyla 1925’teki Şeyh Sait isyanını organize eden Azadi diye siyasi bir örgüttür. Bu örgüt eski Kuvay-i Milliye üyesi Kürt kökenli askerler tarafından kurulmuştur. Şeyh Sait’in akrabalarından biri de o askerlerden biri. Bunların tüm Türkiye çapında bir dernekleri var ve bu adam da derneğin başkanı seçilmiş hatta. Bu derneğin birtakım talepleri var ve bunlardan dolayı ihtilaf çıkıyor. Ne dersiniz bu konuda?

O.B.: Buradaki esas mesele bazılarının diğerlerinden daha ayrı konumlandırılmasıdır. Eğer siz yola beraber çıktığınız kişileri yolda bırakırsanız veya siz ayrılın derseniz o adamlar perişan olmazlar mı? O yüzden bu ihtilafı gidermeden bazı meselelerimizi halletmemiz kolay olmayacaktır.

-- Tarihte Türk, Kürt kullanımları ne zaman ortaya çıkmıştır?

O.B.: Bunu hangi açıdan sorduğunuza göre değişir. Mesela bu bölgeye 14. Yüzyıldan beri Türk denmektedir ve bu adı koyanlar da Batılılardır. Ama biz burada devletin yurttaşlarının durumunu ifade ediş tarzından bahsediyoruz. Bu devlet kendisini Cumhuriyet olarak tarif ediyor. Cumhuriyetin hür ve eşit yurttaşları olur. Biz de buna uymak zorundayız. Eğer kendimizi farklı tarif edelim dersek o zaman da onun tarifine uymak zorunda oluruz. Bunun sözde olanı olmaz; ya olur ya da olmaz. Cumhuriyetin sünni vatandaşı da olur alevi vatandaşı da olur. Etnik olarak farklı olan vatandaşları da olur. Bu sistemin bir tür yurttaşı olur: hür ve eşit yurttaş. Biz bunu sağlayalım bizim potansiyelimiz ve tarihimiz herşey için yeterli olur. Ama bunu sağlayamazsak sadece iç enerjiden kaybettiğimiz bile bize büyük kayıp verdirir. Mesela siz Boğaziçi’nde okuyorsunuz, oraya bir başörtülü alınmadığı zaman rahatsız olmaz mısınız? Bu, Cumhuriyet vatandaşı olanları rahatsız edecek bir durumdur esasında.

-- Biz şu anki mevcut koşullarda bir küreselleşme süreci yaşıyoruz, tabi bununla beraber bir çözülme ve yabancılaşma da yaşıyoruz. Bu bakımdan bugünkü genç kuşaklara bakmak lazım. İnsanlarımız ve gençlerimiz bu hususları nasıl idrak edecek ve ona göre konum alabileceklerdir?

O.B.: Ben bu bahsettiğiniz ve tehdit gibi görülen hususları tam da fırsatlar olarak görüyorum. Bunlar Türkiye’deki iç direnişin ne kadar anlamsız kaldığını gösteren en güzel delillerdir. Bu yüzden fırsattır bunlar. Bunlar iki kutuplu dünyada bir anlam ifade ediyordu, mesela Bolşevizm vardı; ama bugün yok. Bizim zamanımızda karşısında direneceğimiz bir durum vardı, onun tasallutu altına girmemek için bir herşeyi yapmaya razıydık. Ama bugün öyle bir zorunluluk yok. O zaman senden azıcık farklı olanı yabancılaştırmanın nedeni ne? Neden Türkiye’yi yönetenler gereken dönüşümü yapmıyorlar da bir başörtülü kızın okuması veya bir vatandaşın Kürtçe konuşması tehdit olarak algılanıyor? Bizim Cumhuriyetimiz bu kadar zayıf mı? 1920’lerde korkunun egemen olduğu ortamda o günkü zorunluluklar bir realite taşıyordu. Ama bugün bahsettiğim dönüşümler sadece yurttaşlar için değil yönetenler için de bir fırsattır. Korku ancak yüzleşmekle ve bilgiyle aşılır. Tabi herkes bu şekilde düşünmeyebilir. Ama bunlardan hepimiz sorumluyuz. Bu ülkeyi yönetenlerin korkarak ülkeyi yönetmeleri mümkün müdür? Bu kabul edilemez birşeydir. Bana göre meselenin esası şudur: Zorunluluklar zemininde oluşmuş olan yapı devlet olma keyfiyeti kazanamayınca bir müesses düzen ortaya çıkıyor, ama bu yapı da tam devlet değil, tabiri uygunsa devletimsi bir yapı. Bizim eskiden beri en temel hassasiyetimiz adalet idi. Biz adaleti esas alarak devlete baktık hep. Peki şimdi adaletten niye korkuyoruz? Şu an Türkiye’de bir kesim adaletten korkuyor. Halbuki nerede adalet varsa orada işler doğru yürür, nerede adaletsizlik varsa orada işler yürümez. Haksızlık yapısallaşırsa o zaman işler daha da kötü olur. Türkiye bir kısım yapılarını murakabeye kapalı muhafaza ettiği için gelişme kanallarını maalesef oluşturamıyor. Aynı yapılar ellerinde çok da büyük bir güç taşıyorlar. Murakabeye ve rekabete kapalı olma özelliği sebebiyle oradaki personel gelişmiyor. Sokaktaki insan kazanmak için büyük efor sarfetmek zorunda; halbuki onların her türlü imkanları var ve bu imkanları da her zaman hazır olarak önlerinde buluyorlar ve sonra da diyorlar ki, bu mücadele ne için? Onların göremediği husus, o günkü koşullarda zorunluluklar temelinde kurulan küçük Türkiye normaldi ve kendi kabına sığıyordu; ama bugünkü Türkiye için küçük olmak artık bir seçenek değildir. İşin özü de buradadır. Türkiye artık fazlaca büyüktür ve biz normalleştiğimiz ölçüde büyümeye zaten hazırız; bizim hinterlandımız da buna müsaittir. Bunun için de murakabeye ve rekabete kapalı olan kesimlerin açılması gerekmektedir. Cumhuriyetin adalet (yani hukukun üstünlüğü) temelinde kendi standartlarını koyarak iç yapısını rekabete açması gerekmektedir ve bu bizim belki de ilk ihtiyacımız olan şeydir. Diyelim bir yere müdür mü alınacak, şartlarını ilan et, adaylar arasında kim en uygunsa onu al, biz bugünkü sorunlarımızın çoğunu kısa zamanda hallederiz.

-- Bildiğiniz gibi bugün bazıları mecliste Güneydoğu’nun ayrı bir eyalet olması yönünde kitaplar dağıtıyorlar. Ancak siz de atalarımızın bu meseleyi nasıl çözdüğünü anlattınız. Peki şimdi biz bu meseleyi böyle bir ortamda tatlı bir şekilde nasıl çözebileceğiz?

O.B.: Bana kalırsa bunlar taktik meselelerdir ve güncel siyasetin konularıdır. Ben bunlarla çok da fazla meşgul değilim; ben bunların nereden kaynaklandığıyla ilgileniyorum. Ben siyasetin bir üstündeki katıyla ilgileniyorum. Çünkü mesele oradan kaynaklanıyor. Neyin konuşulacağını belirleyen şey diyalektik bir ilişkidir. Bu ilişkiyi kuran unsurlara bakmak lazım; bu ilişkinin belirleyicileri maalesef zorunluluğu iman olarak görenler olmuş. Eğer sen İstanbul’un her yerinde kocaman Türk bayraklarını, Kürtlere göstermek için dikiyorsan bu olmaz. O zaman o da bir bayrak çıkarmaya çalışır. Yaparsın dünyanın en büyük çıkarma gemisini ve arkasına takarsın Türk bayrağını buna eyvallah derim ve alkışlarım. Alman’a, Rus’a karşı takarsın bayrağını bu kabul edilir. Ama bunu içerde kime karşı gösteriyoruz ki? Bunlar karşıtlık ilişkisi doğurabilecek hususlardır. İngiliz diyor ki burada herşey serbest İngiliz milliyetçiliği yasak. Biz onlar kadar da mı bilmiyoruz? Aslında biliyoruz ama bu sorunları aşmamız lazım. 1071’de Anadolu’nun kapısını Alpaslan, Türkler’le olduğu kadar Kürtler ve Ermeniler’le açmıştır Bizans karşısında. Bu tarihin ta kendisidir. Fatih gidip İtalya’da neredeyse Katolik tacını da alıyordu Ortodoks tacından sonra ve bu işleri bin kişilik bir bürokrasiyle yapıyordu; şimdi ise bürokrasiye adam yetmiyor. Son olarak da bir cümleyi vurgulamak istiyorum: Neyin problem olup olmadığı, neyi problem olarak görüp görmediğinizle ilgilidir. Bu son derece ehemmiyetli bir konudur.

-- Türkiye’de ordunun, özellikle darbe süreçlerini de düşünürsek, gelişmeye ne derece engel olduğunu söyleyebiliriz?

O.B.: Bunu kurum bağlamında değil de zihniyet bağlamında ele almamız lazım. Eğer siz rekabete açık değilseniz ve murakabeye de (denetlenmeye de) açık değilseniz orada gelişme de bekleyemezsiniz. Kimse bu unsurlar olmadan en iyi personel bende demesin. Bir makam ancak seçime ve rekabete açık ise orada başarı ortaya çıkar. Mesela "küçük Türkiye’nin partisi bellidir, onun karşısına kim milletin büyük partisi olarak çıkarsa çıksın seçimi kesin kazanacaktır. Başka bir şey yapmasına gerek yok, seçime bu şekilde girsin yeter. Ben Türkiye’nin bütünleşerek büyümesi gerektiğine inanıyorum. Bunun için de Türkiye’de bir siyasi diyalektiğin düzgün bir şekilde oluşturulması gerekmektedir. Ve bu herkes için faydalı birşeydir. Umarım bunu hep birlikte başarabiliriz.

Hepinize teşekkür ediyorum.